11 Kasım 2011 Cuma

BAHADIR'LA AMSTERDAM TURU

Amsterdam'a ilk kez 2006 yılında gitmiştim ama o zamanki gidişimde pek birşey görmemişim. Görmemişim diyorum çünkü Bahadır'la sokakları yürüyerek geçerken farkettim.

Bahadır Amsterdam'a toplantıya geleceğini söylediği zaman gerçekten çok sevindim. Uzun aradan sonra, yaban ellerde :) dost yüzü görmek çok kıymetli birşey. Hemen Seçkin'le "haftasonu Amsterdam'a gidelim" programı yaptık. Düştük yollara, Navi bize varacağımız zamanı söylesede tabiki hiç inandırıcı gelmedi. Hiçbir zaman kendisinin vaad ettiği zamanda varamadık gideceğimiz yere. Ya trafik oldu, ya da yol yapımı. Bahadır'ın şansınada yol yapımı çıktı. Hemde insanı kahreden türünden. Neyseki öğlen buluşuruz diye konuşmuştuk.

Nihayetinde Bahadır'ın kaldığı otele ulaştık. Kısa bir mola, arabayı parketme ve şahsımın oteli işaretlemesinden sonra bineceğimiz ilk toplu taşıt durağına doğru yürümeye ve muhabbete başladık. Şanslıydık ki hava güzeldi. Metrobüs diyebileceğim cihazla Van Gogh müzesine geldik. Amsterdam'a gidilirde Van Gogh ziyaret edilmez mi? Bu arada Amsterdam'a gitmeyi planlayanlar ya da gidecekler için şunu belirtmek isterimki merkeze arabayla gitmek düşünceniz var ise bundan vazgeçin. Kabustan başka birşey olmaz çünkü. Keyifle gezilen Van Gogh müzesinden sonra hemen yakındaki "I amsterdam" yazısında bizimde bir fotoğrafımız olsun diyerek kendimize yer açıp, fotoğraf çektirmeyi başardık.




Hemen yakındaki adını hatırlamadığım ama Bahadır'ın "burası kraliyet müzesi" dediği gösterişli binaya dışardan şöyle bir bakarak yola devam ettik. Tabiki yol üzerinde Starbucks'a rastladık ve tabiki hiç düşünmeden Amsterdam kupasını kaptım. Irish Pub'da bir bira molası verip serinledikten sonra yola devam ettik. Kalabalık caddelerden geçerek çiçek pazarına (Bloemanmarkt) geldik. Daha önceki gelişimizde çiçek pazarını gezmiş ve hatta siyah lale soğanı almıştım. Ancak aldığım soğan siyah lale için değil yemeklik soğan çıkmıştı. Soğana olan küskünlüğüm nedeniyle bu sefer yalnızca pazarın girişindeki magnet satan dükkanlara bakmayı tercih ettim.


Küçük alışverişimizden sonra kalabalık ara sokaklardan geçerek meydana ulaştık. Açık konuşmak gerekirse çok daha güzel meydanlar gördüm. Mons meydanının bile daha güzel olduğunu söyleyebilirim. Tabi bu benim şahsi fikrim. Güzel olan şehrin kanallar arasında kalmış olması. Ve kanal kenarındaki o eski evlerin güzelliği....

Bir sürü sokağa girip çıktık. Zaman zaman marijuana - esrar kokulu sokaklarda, zaman zaman tarih kokan sokaklarda dolaşmak sanırım üçümüzüde acıktırmış olmalıki bu sefer yemek yemek için düzgün bir yer aramaya başladık. En sonunda bir yer bulup açlıktan düşen kan şekerimi (-zi) toparladık. Yemekten sonra görmek istediğim tek bir yer kalmıştı, Red Light :) Öyle yadırgar şekilde bakmayın. Yanımdaki kibar beylere teklif ettim sağolsun beni kırmadılar.

Amsterdam'ın en büyük turizm geliri Red Light'tan. Şehrin dışında, bir kenara atılmış bir yer değil. Tam tersine oldukça merkezde. Üstelikte çoluk-çocuk ailelerin yemek için gittikleri restoranların bazıları bu bölgede.


Buranın sokaklarında da tur atıp, fikir sahibi olduktan sonra dönme vakti gemişti. Zira Bahadır'ın sabah yapacağı bir sunum ve bizim de üç saatlik yolumuz vardı. Bineceğimiz metrobüs durağını bulup, 2 numaralı metrobüsle yola koyulduk. Bir noktada başka bir tanesine geçtik otele kadar yürümemek için. Ama onun numarasını hatırlamıyorum.

Otele vardık, birkaç ay sonra buluşmak dileğiyle deyip Bahadır'dan ayrıldık. Ne kadar güzel bir gün olduğunu daha iyi ifade edebilmeyi dilerdim. Ancak bu kadar oldu...

C'ya

5 Kasım 2011 Cumartesi

ÖZLERİZ

Bir süredir yazmadığım için biriken konuları hangi sıra ile yazacağımı şaşırdım. Ama bir yerden başlamak gerektiğini düşünüyorum. Bu sebepten birikmiş konuları bir kenara koyup önceliği çocukluktan gelen bir dosta vermeyi uygun gördüm.

Hepimiz bilirizki dost dediğimiz şey zor bulunur, kaybedilen dostluklar da epey koyar. Heleki çocukluktan gelen dostluklar daha bir başka olur. Beraber büyürsünüz, bir sürü şey paylaşırsınız, dershane, sınav derken başka şehirlerde üniversite kazanmalar ve sonra gün gelir yollar ayrılır. Görüşmeye çabalarsınız, kasarsınız ama zamanla bir yerde tıkanır. Sonra eşe - dosta, çocuklara anlatılır yeri geldikçe anılar. Ne güzeldi o günler dersiniz.

İşte böyle bir dost yeniden giriverdi hayatıma. Seneleri saymayı, hesap yapmayı planlamıyorum. Ortaokuldan bu yana epey zaman geçmiş olmalı :)

Özlemişim, Özlem'mişim, Özlemişiz, Özleriz....
Özlem......

22 Eylül 2011 Perşembe

TERRY FOX KOŞUSU

Koşu geçtiğimiz cumartesi S.H.A.P.E. üssünün içinde yapıldı. Öğlene doğru saat 11'de başladı koşu. Koşmak için 5 ve 10 km'lik iki ayrı mesafe vardı. Benim bünye ancak 5 km kaldırıyor, umarım buradan dönüşte 10 koşuyor olabilicem.

Her neyse, gidip kayıt olduk koşmak için. Hava buz gibi. 11 oldu başladık koşmaya. Güzel güzel koştuk arkadaşlarla. Delphine haber vermişti koşuyu, dizi sakat olmasına karşın yine de geldi. Pat de vardı. Koşunun sonunda birer kayış gibi hamburgeri mideye indirdikten sonra akşam planını yaptık, sertifikaları aldık ve eve döndük. Saat 11'deki koşu için anlatabileceğim herşey bu kadar.




Peki kim bu Terry Fox? Babamın oğlu mu da koştum tanımadığım adam için? Hayır en ufak bir akrabalığımız yok tabiki.

Ancakm böyle bir koşu yapılacağını duyduktan sonra biraz araştırmak yetti internette. Genç yaşta kemik kanserine yakalanan sportmen, yardımsever Kanadalı bir kardeşimizmiş kendisi. Kanser olduğunu öğrendikten bir süre sonra bacağının tekini kesiyorlar. Ve o bacağın yerine takılan tahta bacakla "umut maratonu"nu başlatıyor. 1981 yılında 23 yaşındayken aramızdan ayrılmış.



Daha çok bilgi edinmek isterseniz wikipedia yardımcı olabilir size. Veya www.terryfox.org sayfasına bakabilirsiniz.

Artık kendi kendime "koşamıyorum ama ben" demiyorum. İsterseniz koşabilirsiniz. Her işte olduğu gibi yine istemek önemli.

Hayatınızdan sağlık eksik olmasın!!

14 Eylül 2011 Çarşamba

MENEMENİ YAPIVEDİM SUYUNADA EKMEK BANIVEDİM

Şimdiiiii bu bir sabahkahvaltısı hikayesi olacak. Ve pek tabiki yine fıkra gibi olacak, neden kahvaltıya gelecek müsafirlerden biri Fransız, biri Yunan, üçü Amerikalı.

Hatırlarsanız Marty'nin bahçesinden kabak toplamıştım. Hah işte o kabakları bu kahvaltı için toplamıştım. Kahvaltıda kabak ne alaka diye ekrana bakıyosunuz biliyorum, Marty'de yüzüme öyle bakmıştı :) Adamcağız herhalde sabah sabah kabak yememiştir ömrü hayatında. Kabağın zaten sevimsiz bir sebze olduğunu düşünecek olursak kendisi mücver ve börek dışında pek hatırlanmayabilir.

Tahmin ettiğiniz üzere bende kabakları ve karton yufkaları sihirli değneğimle böreğe dönüştürüverdim. Eh bir gün öncede Candan Market'e boşu boşuna gitmemiştik. Türk kahvaltısı pastırmasız, sucuksuz olur mu hiç? Olmaz. Hatta işi reçel yapmaya kadar götürdüm. Bulduğum güzel çilekleri de reçele çeviriverdim aynı değnekle. Hasretini çektiğim o kıl biberlerden de buldum Candan Market'te.

Bayram sabahı kahvaltısını andıran bir kahvaltı oldu aslında bizim için. Bu sene yapamamıştık, güzel oldu. Müsafirlerimiz geldiğinde fırından henüz çıkmış börek, ocaktan yeni inmiş menemen ve sucukla birlikte masa tamam olmuştu. Hepsi hayret dolu gözlerle masaya bakıyorlardı. Çünkü alışık oldukları kahvaltıdan çoook uzak bir kahvaltı bekliyordu onları :)

Marty böreğin içindekinin o sevimsiz kabaklar olduğunu öğrenince yüzüme hayretler içinde baktı. ( Bir gün öncede hayretle bakmıştı ama bu seferki farklıydı) Sonra diğerleri de öyle baktı, bir tek Yunan kardeş yadırgamadı durumu. Eh tabi Osmanlı mutfağının güzel örnekleri bunlar, onlarda bilirler :) Börek ve menemen top10'da ilk sıraya yerleştiler. Arkasından pastırma ve kahvaltılık ezme geldi. (hani biber ve doşates salçası karışımına çeşitli baharatlarla birlikte ceviz, fındık kırığı konulan ezme)

Gelen ilk soru "siz hep böyle mi kahvaltı ediyorsunuz?" oldu. Ondan sonra klasik o ne, bu ne soruları başladı. Kahvaltı bittiğinde herkesin gözleri yarı baygın bakmaya başlamıştı. Hemen Türk kahvesiyle taçlandırdım midelerini. Herkes mutlu mesut ayrıldı.

Ben çok sevdim bu Türk mutfağını tanıtma işini. Sanırım insanların yüzündeki o yemekten sonraki mutluluk ifadesini görmek hoşuma gidiyor. Acaba Aikido işini bırakıp yemek işine mi girsem, hı?

BRÜKSEL BİRA FESTİVALİ

Sevgili bira severler, yeni bir bira festivalini anlatmaktan dolayı mutluyum. Aslında festival yeni değil, bilmem kaçıncınsıdır kim bilir ama epeydir bir bira festivalinden. Dolayısıyla yeni dememde sanırım bir sakınca yoktur.

Tabi bira festivaline ulaşana kadar ki süreç var birde.

Marty'nin bahçesindeki kabakları toplayıp (bu ayrı bir hikaye, bir sonraki konu bu olacak sanırım) kahvesini içtikten sonra düştük yollara. Bu arada yine bir Türk marketine gitmek gerekiyor ama Reyhan'a gidersek yol uzamış olacak. Ulaş zaten sevmediğimiz bir tanesi, eh dedik o zaman ufkumuzu genişletelim ve Brüksel'deki Candan Marketi keşfedelim. Ne o öyle iki marketle sınırlı tutmamak lazım olayı. Candan Market'in adresini girdik Navi'ye.

Brüksel'e girdikten sonra Navi'nin "you have reached your destination" diye bağırmasına yaklaşık 2 kilometre kala Çin işi Japon işi var mı bunun gibisi dedirten bir yere geldik. Hayır hayır sandığınız gibi Çin mahallesi falan değildi. Hemen bir kenara parkedip ne ki buralar turuna çıktık. Çin ve Japon Sanat Müzeleriymiş. Tabiki saat 4 sularında kapandıkları için gezmek mümkün olmadı. Bir dahaki sefere deyip Japonları geride bırakacak kadar çok fotoğraf çekip koşarak oradan ayrıldık.

Binanın önündeki o küçük, turuncu şey ben oluyorum :)

Shaarbeek, Türk Cehennemi. Yolculuk başladı. Shaarbeek sınırlarından girdiğimiz anda Türkiye'de miyim yoksa Belçika'da mı diye beynim bir bulandı. Aslında Türk Cehennemi diyorum ama başka azınlıklar da var. Mesela Faslılar. Ama yinede mahallede ezici üstünlük bizde. Çok uzun süredir trafik ışıklarında beklerken korna sesi duymamıştım, kulaklarımın pası silindi. Zaten Aralık ayında vatan topraklarına dönmeden önce Shaarbeek'e gidip bir hafta kadar "vatana uyum kursu" göstericem kendime.

Candan Market'in otoparkında Seçkin park için kazınırken ben alacak listemi kapıp içeriye koştum. Bizim Reyhan'dan büyük, ürün çeşidi daha fazla. Hızla alışverişi tamamlayıp meydana yakın olduğunu tahmin ettiğimiz bir yere parkedip, bize ağırlık yapan bir miktar bozuk parayı makineye atıp, aldığımız kağıdı arabanın alnına yapıştırıp koşaradım Grand Place'a bira festivaline gittik.

Tabiki meydan hıncahınç dolu. Birde festival alanını çitle çevirmişler. Giriyorsunuz ama çıkabilecğiniz şüpheli. Çıksanızda sanki birşeyleriniz eksik çıkacakmışsınız gibi. Bu aklınız olabilir, çantanız olabilir, herhangi birşey olabilir yani. Bira çeşitleri yine akılları durduran türden. Artık büyük çoğunluğunu biliyoruz ama bizim için yeni olanlarda var. Ve fakat biralara ulaşmak mümkün değil standların önleri insan yığılı, sanırsınızki bedava dağıtıyorlar. Tabi bu arada biraları para verip almıyorsunuz, önce dışardan jeton almanız gerekiyor. Bu arada festival alanından çıkarken çanta kontrolü yapılıyor bardaklar yürümesin diye.



Baktıkki bu kalabalık beni ruh hastası edecek ivedilikle çıktık. Festival alanından çıkıyorsunuz ama meydan zaten bira içebileceğiniz bir sürü güzel mekanla dolu. Onlardan bir tanesine oturup, gelip geçene bakarak soğuk biramızı içtik.

Belçika'da şu ana kadar katıldığım en güzel bira festivali Zythos'du. Sanırım öyle kalmayada devam edecek. Daha önümüzde 2,5 ay kadar bir süre var (Eylül'ü saymıyorum), belki fikrimi değiştirecek başka bir bira festivali olur.

Cheers!

7 Eylül 2011 Çarşamba

CHATEAU DE ROUVEROY'DA BÖREK ÇALIŞMALARI

Şato ve börek ne alaka diyeceksiniz, farkındayım. Kel alaka. Ama hatırlarsnız Fransızca sınıfından arkadaşım Pam şatoda yaşıyor diye bir kaç defa konusu geçmişti. İşte o Pam'le Reyhan Market'ten aldıklarımızın bir kısmını değerlendirelim dedik. Kendisinin Türk mutfağına biraz ilgisi var, olmasa Reyhan'da ne işi var değil mi? Börek yapmayı öğrenmek istiyormuş, tamam o zaman dedim.

Pam'le hem bana hem ona uygun olan günü kararlaştırdık. Sanırım geçtiğimiz perşembe idi. Konuştuğumuz saatte verdiği adrese gittim. Bildiğiniz şato. O dönemdeki güvenlik önlemleri gereği etrafı su dolu (kanal görünümünde) hendekle çevrili hallice bir şato. Dış kapı açıldı, arabayı Pam'in söylediği yere parkettim. Bizimki koşarak merdivenlerden indi, arkasındanda bütün gün şatonun bahçesinde koşup coşan köpek kardeşler geldi. Kendilerini bir miktar mıncıkladıktan sonra yukarıya Pam ve ailesinin yaşadığı daireye çıktık. Şatonun sahibi şatosunu apartman gibi kullanmaya karar vermiş. İçeriye bir yük bir de insan :) asansörü yaptırmış. Bahçe fotoğrafta görüldüğü gibi bakımlı değildi, aslında bütün bina bakım - onarımdaymış. Her katta her köşede tarihin bir parçası duruyordu. Mesela Pam'lerin dairesinde 18. yüzyılda kocaman bir tabak dolabı vardı ve ev sahipleri çok dikkatli kullanmaları konusunda uyarmış kendilerini. Ben böyle bir sorumluluk almak ister miydim bilmiyorum açıkcası.

Şato demek istiyorum ama dilim varmıyor. Çocukluğumuzdan beri beynimize kazınmış bir şato şekli vardır, hani filmlerde - dizilerde izlediğimiz, yüksek kuleleri olan, zindanları olan. Zaten ilk hayal kırıklığımı Beloile Şatosu'nda yaşamıştım.Çiftlik evinden daha büyükçe olan bu binalara şato denmesi beni biraz şaşırtmıştı ilk zamanlar. Bu arada kısa bir bilgi vermek istiyorum Rouveroy Şatosu ile ilgili. 1782'de yapılmış ama tarihi taaa haçlı seferlerine kadar gidiyor. Özellikle 1691'de Mons kuşatma altındayken bina bir çok olaya şahitlik etmiş. Yani çok merak ediyorsanız internetten arayıp bulabilirsiniz.

Börek imalatına başlamadan önce etrafı biraz gezelim, hayvanları tanıyalım dedik. Önce Pam'ın Fransızca sınıfındayken anlattığı, o dönemin kuzuları şimdinin koyunlarını ziyaret ettik. Oğlanlarla kızları ayrıdık dedi Pam. Neden? diye sormadım, malum ateş - barut olayı :)) Kızların ziyaretini tamamlayıp oğlanların tarafına geçelim dedik. Yolumuz üzerinde 700 yaşındaki ağaç beni benden aldı. Ağaç uzmanları gelip bakmışlar.

Oğlanları da ziyaret ettik. Baba olan - adı Male, bu arada bütün hayvanların bir ismi var - son derece insancıl. Kendisinden başka bir iş ya da canlı ile ilgilenirseniz burnuyla dürtüyor. Hatta ittirerek bulunduğunuz yerden sizi uzaklaştırıyor. Pam bu arkadaşı bir gün köpeği ile birlikte yürüyüşe çıkarmış. Niye şaşırdınızki evcil koyun olamaz mı yani? Neyse oğlanlardan sonra eşekleri ziyaret edip eve geri döndük.

Tabiki böreğin detaylarına girip hem kendi içimi hem de sizinkini baymayı planlamıyorum. Ama bu böreği yaparken Pam'le birlikte bende onun kadar heyecanlı idim. Kartondan az yumuşak yufkamsı şeylerle börek yapmaya çalışmak ayrı bir beceri gerektiriyormuş. Ama herşey yolunda gitti ve o "şeylerden" börek oldu. Şimdi Pam'in yapmayı öğrendiği böreği iyice sindirmesini bekliyoruz sıradaki yemek için.

Bakalım bir sonraki yemeğimiz Şato mutfağından ne olarak çıkacak.

Bon appettit!

29 Ağustos 2011 Pazartesi

TANKS IN TOWN: İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN ESİNTİLER

Belçika'ya geldiğimden beri sanırım ilk kez bir etkinliğe söylenerek gittim. Girişe geldiğimizde biletlerimizi alıp etkinlik alanına girdiğimizde karşılaştığım manzara önce beni dehşete düşürdü sonrada dilime vurdu. Her taraf çamur balçık içindeydi. Yani, öyle yerler ıslanmışta biraz çamur olurvermiş canım ne var diyeceğiniz türden değil yani. Ayakkabınızı düzgün bağlamadıysanız koşarken ayakkabıyı bırakabileceğiniz türden.

İşte ben bu manzarayı görünce bir an ne işim varki burada dedim.
Ama arkasından şunu farkettimki biraz önce geçtiğim kapı beni aslında II. Dünya Savaşı'na getirmişti. Çamurla barış imzaladıktan sonra içinde bulunduğum olayla ilgilenmeye başladım.

Belçika insanının bulunduğu ortama inanılmaz şekilde uyum sağlama yeteneği var. Daha önce gittiğim Troll ve Orta Dünya konulu festivalde, insanlar geçekten Orta Dünya varmış ve aslında bu festival için bizi ziyaret gelmiş gibiydiler. Yani olayı hücrelerine kadar yaşıyorlardı. Tanks in Town'da da aynı ruhu gördüm. Olayın bir parçasını oluşturan insanlar gerçekten II. Dünya Savaşını o an yaşıyorlardı. Ve ben kendimi bir an savaşın içinde sandım. Etrafımda bir sürü asker  dolaşıyor ( evet  haklısınız bu bana yabancı bir durum değil :) ), kimisinin yüzü gözü çamur içinde, kimisi temizlenmiş cepheye gidiyor, o dönemin hemşireleri geçiyor başka bir taraftan. Tam ben bu manzaranın içinde bir yer edinmeye çalışırken - ki üzerimdeki kot ve yağmurlukla uzaylı gibi hissetim bir an kendimi- bir gürültü koptu, arkasından bir tane daha. Kendi kendime hayır olsun inşallah diye söylenirken meğer tanklar çalışmış. Tamam askerle evliyim ama tank - tüfek sesinide bileceğim anlamına gelmiyor bu :)

Bu etkinliğin en büyük özelliklerinden biri tanklarla, zırhlı personel taşıyıcıyla (ZPT)veya GMC (belki hatırlarsınız halkım kendisine cemse der) kamyonla gezebiliyor olmanız. Tabiki bunun içinde bilet almanız gerekiyor. Benim biletimi Seçkin internetten almıştı. Tercihimi ZPT'den yana kullandım ben, ama bir daha gidecek olursam Tanks in Town'a Leopard tanka binmeyi planlıyorum.

Tanklar ve ZPT için çok güzel bir parkur hazırlamışlar. Seçkin'in yönlendirmesi ile araçtaki en güzel yere geçtim. Araç komutanının durduğu yer :) Önü açık, manzaralı, sağ yanımda makineli tüfek, kafamda takılması zorunlu kask. Herkesin taktığı o kasklar kafalarımızda Allah'a emanet duruyordu. Bizim M75 APC çalıştı, çalışmaya çalışma sürecinde manzarası güzel ama dumanı bol yerime iyice yerleştirdim kendimi. Hoplaya zıplaya gideceğimizi tahmin ettiğim için, aracın içinden hoplayıp gitmemek adına bulunduğum bölgeye yapıştım.

Çıktık yola. Tabiki fotoğraftaki gibi düz bir alanda gitmiyorduk. Biz tadına varabilelim diye çok hoş (!) çukurlar ve tepeler hazırlanmış. İlk tepeyi gördüğümde içimden bu cihaz burayı çıkacak tamamda bunun birde inişi var, devrilmezsek iyi dedim. Tepeye çıktık, bi göğü gördüm sonra hızla yeri gördüm. Evet artık roller coaster'a binebilirim. Bunun daha gelişmiş ve tren hali sanırım. Bu çukura girersek herhalde kalırız burada dediğim nice çukuru hissetmeden geçtik.

Tur bitti, birde Leopard'a bineyim dedim ama sırayı görünce vazgeçtim. Bizde etrafı gezdik. Mons insanı neden bunu yapıyor sorusu geldi mi aklınıza? Benim geldi.

Asıl neden aslında Amerika'ya teşekkür.

1944 yılı 2 Eylül'ünde öğleden sonra 5.30'da Binbaşı Tucker, komutasındaki Stuart tank ile Mons'a ikmal için geliyor. Şehir yetkilileri tarafından kabul edilen Tucker, şehir ziyaretçi defterini "Amerikan 3. Zırhlı Tümeni, 83. Keşif Taburu Komutanı Binbaşı Tucker" diye imzalıyor. Birkaç saat sonrada taburuyla birlikte ayrılıyor. Fakat yetkililer Stuart tankın kayıt numarasını almayı ihmal etmiyorlar nedense!

1945 yılında, Amerikan 3. Zırhlı Tümenine mektup yollayıp tankı geri istiyorlar. Sonra 1946'da, bir akşam Almanya'dan gelen zırhlı bir taşıyıcının boş tankı getirip istasyon yakınında yol kenarına bırakmış olduğunu görüyorlar. Getiren şahıs ilgili birini bulamadığı için öylece bırakıp gitmiş diye düşünüyorlar. Sonrada ite kaka belediye başkanının şehir meydanındaki bahçesine götürüyorlar.

1984'e kadar tank öyle, korumasız duruyor. Hatta bir ara bozulan bir ambulans motoru yerine tanktaki motorun tekini söküp takıyorlar. 1984'te tank koruma altına alınıyor ve tekrar toparlamaya başlıyorlar. Hayır anlamadığım neden istediniz neden söktünüz? Neyse efenim, Amerikan ordusu ve elçilik yardımıyla tankı toparlamayı başarıyorlar. Toparladıktan sonra Binbaşı Tucker'ı tankı kullanması için davet ediyorlar. 1989'da Binbaşı Tucker çok ısrar ettiniz madem geleyim deyip Mons'a geliyor ve 45 sene önce geldiği yoldan tankı yine şehre sokuyor. Ve pek tabiki Amerikan basınında çok popüler bir haber oluyor bu durum. Sonra 50. yılda tekrar davet etmişler Tucker'ı ama bu sefer "ay yaşım geçti, başım tuttu" demiş gelmemiş Tucker. Azimli Belçika insanı yılmamış bu durumdan madem sen gelemiyorsun o zaman biz sana gelelim demişler ve başlamışlar Amerika başkanını mektupla taciz etmeye. Clinton "olur" demiş ve bizim "ah şu çılgın" Belçikalılar 2000 yılında Millenium Independence Day'de tankı Washington'da Clinton'ın önünden geçirmişler. "Memidiğin ölüsü" misali taşınan tank bu sene de baş köşede duruyordu.

Bütün bu çabalamalardan sonrada her sene Tanks in Town etkinliğini yapıyorlar. Kendilerini Almanlardan kurtardığına inandıkları Binbaşı Tucker'a teşekkür etmek için.

Tanks in Town etkinliğine ülke üniformaları ile katılmak serbest. Ancak Alman üniforması hariç. Giyip gelmeyin, ortamı germeyin diyorlar.

Bu hikaye yani Tucker beni baydı, ama böyle bir atraksiyonu görmek de keyifli oldu. Her zaman dediğim gibi eğer yolunuz buralara düşecek olursa ve bu olaya denk geliyorsanız bence kaçırmayın. Giriş 6€, tank 30€, ZPT 10€, kamyon 5€. Gayet ucuz yani.

Birde bit pazarı kısmı vardı. Hemen kısaca ondan da bahsedeyim. Tabiki askeri malzemeler satılıyordu. Savaştan kalma Camel sigara paketleri, patchler, üniformalar, bıçaklar, tüfekler, kılıçlar ve Harley Davidson motorsiklet. Az kalsın Japon askerlerinin kullandığı katanalrdan birini ediniyordumki son anda vazgeçtim. Çünkü pazarda çok fazla imitasyon ürün olduğunu farkettik.

Bitti.



27 Ağustos 2011 Cumartesi

ANOTHER DAY IN REYHAN MARKET

Güzel insanlar artık Reyhan Market'i biliyorsunuz. Yer olarak bilmesenizde isim olarak en azından aklınızda yer etmiştir. Güzide şehir Charleroi'da (tabiki çarleroi diye okunmuyor, o hataya düşmeyelim. Şağleruğaa diye okuyoruz) bu marketimiz. Sanırım daha önce Ayşenur'un Belçika'ya geldiği günki yazıda bahsetmiştim.

Ayda bir ziyaret ettiğim bu marketi bu hafta ikinci kez ziyaret ettim. Hayır, oraya gitmeye çok bayıldığım için değil. Fransızca sınıfından arkadaşım Pam'a sözvermiş olduğum için gittim.

Bu sabah evden çıkmadan önce Facebook'ta Resul ile konuşurken Resul "Bir Amerikalı ne alırki Türk marketinden?" diye sordu. Aklıma gelen ilk şey nar ekşisi oldu, çünkü Pam seviyor nar ekşisini, sonra belki zeytin alabilir diye düşündüm. Neyse biz buluştuk, Pam bir arkadaşıyla gelmiş, o da çok hevesliymiş Türk marketine gitmeye. Hadi hayır olsun inşallah deyip düştük yollara.

Güzelce arabamızı parkedip, çevreci olduğumuz için yanımızda getirdiğimiz poşetlerimizi bagajdan alıp, başladık alışverişe. Düşündümki ben alırım Pam ve Cathryn'de bakar. Ama hiç öyle olmadı.

-Banu bu ne?
-Yufka
-Ne yapıyoruz bununla?
-Börek, gözleme. Biliyor musunuz nasıl yapılır?
-Hayır. Sen bize öğretirsin :)
-Hııı tabi, hadi alalım.

Daha girişte sohbetimiz şekli şemali değişti. Sonra yaprak sarma konservesi bulduk. Yani Allah'tan yaprak alalım sen bize sarmayı öğret demediler ama ona benzer birşey oldu. Bir süredir kuru patlıcan dolması istiyordu canım ve Reyhan Market'te de buldum. Ben aldıktan hemen sonra Cathryn sordu bu ne diye. Anlattım. Bundan pek güzel dolma yaparız biz dedim. Şu an aramızdaki tek fark benim o dolmalardan birçok kez yemiş olmam, yoksa ben de saha önce hiç pişirmedim DEMEDİM.

Hemen hemen bütün reyonları bu şekilde gezdikten sonra kasaya ulaştık. Ödememizi yaptıktan sonra fırın tarafına geçtik. Önce birer Ramazan pidesi kaptıktan sonra karışık baklava paketi ile Reyhan Market   gezimizin sonuna geldik.

Dönüş yolunda arabada ufak bir piknik havası vardı. Taze pide eşliğinde sarımsak soslu zeytinyağlı yeşil zeytin, arkasından baklava partisi. O zeytin kutusu ön ve arka koltuk arasında mekik dokudu. Bende Pam ve Cathryn'in yemekten aldıkları keyfi onları izleyerek aldım. Yüzlerindeki mutluluğu tarif edemem.
Bu piknik havası arabayla sınırlı kalmadı, S.H.A.P.E. ulaştığımızda, üssün ünlü Randevu Cafe'sinde de devam etti. Hatta etrafta gördükleri arkadaşlarını çağırıp onlara da yedirdiler.

Beslenme saatinin sonuna geldiğimizde börek için gün belirleyip "byeee!" deyip ayrıldık.

Byeeee!


14 Ağustos 2011 Pazar

KENDİME BİR HATIRLATMA

Bu arada unutmuş değilim, daha henüz tatili anlatmadım. Fransa'nın Britanya bölegesini anlatıcam sizlere.
Aklımda yani ;)

SPA: BİR PAZAR KEYFİ

Eveeeet, Belçika'nın yağmurlu ve sinir bozucu havasının bitmek bilmediği şu günlerde kasvet insanın üzerine oturuveriyor. Kasveti ve kendinizi yerinizden kaldırıp birşeyler yapmazsanız bir gün daha boşa geçmiş oluyor. Bizde bugün boşa geçmesin dedik ve Spa'ya gittik.

Spa, Belçika'nın güzide bir şehri aslında ve termal su turzimi ile ünlü. "Spa" kavramının çıkış yeri. Belçika'ya geldiğimizden beri bu şehri görmeyi planlıyorduk ama hep sonbahara bırakıyorduk. Hani yaz ayları sıcak olur diye düşündüğümüzdendi aslında. Eh yaz olamadığına göre bu memlekette beklemeninde bir anlamı yoktu. Hava kapalı, sırtım tutuk, bundan daha iyi fırsat olmaz diyerek yollara düştük.

Spa, Belçika'nın güneyinde, Liege şehrine yakın. Bizim Jurbise köyünden 170 km uzaklıkta. Her zaman olduğu gibi yola çıkmadan önce internetten biraz araştırma yaptık. Hangi termal tesise gitmek gerekir, neresi iyidir gitmeden bilmekte yarar var. www.visitbelgium.com sayfasının bize önerdiği tesis "les Thermes de Spa" oldu.

Navi bizi kapının önüne kadar getirdi. Geldiğimiz yolda farkettikki bir sürü termal otel var. Hmmm... Belçika insanı haftasonları buralara kaçıyormuş demek ki...

Tesisin kapısından girdiğimizde bizi giriş ücretini ödemek için bekleyenlerin oluşturduğu harika bir sıra bekliyordu - ki saat 16.25 falandı-. Tesisin internet sayfasından bir miktar fikir edinmiştik gitmeden önce.   Çeşitli seçenekler var, bütün bir günü orada geçirebilirsiniz veya 3 saatlik giriş yapabilirsiniz. Ya da çeşitli masaj paketlerinden alabilirsiniz. Bebeğiniz var ve suya alışsın istiyorsunuz, hemen bu güzel tesise gidiyorsunuz. Falan falan... Detaylarını sayfasından bakıp öğrenebilirsiniz.

Biz 3 saatlik giriş tercihimizi kullandık. Bütün bir gün sıkıcı olurmuş gibi geldi. Tesisin fiyatları çok uygun. 3 saat için yalnızca 18€ ödüyorsunuz ve bunun karşılığında kocaman bir termal havuzdan, saunadan, hamamdan, the wood's lamp room ve the infrared light room'dan yararlanabiliyorsunuz.

18€ ödeyip jeton alıyorsunuz. Jetonunuzu atıp, geri aldığınızda süreniz başlıyor. Evet yanlış anlamadınız jetonu geri alıyoruz, lazım çünki :) Soyunma odasına gidiyorsunuz, bay-bayan karışık. "Aaaaa olur mu canım, yok artık" demeyin bunu sizden başka takan yok, emin olabilirsiniz. Kimse anadan üryan çıkmıyor kabinden dışarıya. Kabinde üstünüzü değiştirip kilitli dolaba eşyalarınızı bırakıyorsunuz. Kilitler çok enteresan. Boş dolaplarda kilit olması gereken yerde yatay duruşda bileklik bulunuyor ve geri aldığımız jetonumuzu o bilekliğin ortasına takıp çevirdiğimizde dolap açılıyor ya da kapanıyor. Sonra o bilekliği yerinden çıkarıp kolumuza takıyoruz. Adı üstünde bileklik. Üstünüzü değiştiniz, eşyalarınızı dolaba koydunuz artık çıplak ayak dolaşmaya başlıyorsunuz, terlik yasak. Duşunuzu alıp termal havuzun bulunduğu yere çıkıyorsunuz.

İki havuz var biri içeride biri dışarıda.



Suyun sıcaklığı 32°C. İçeriside, dışarısıda son derece keyifli. Tutulmuş sırtımın acısından yol boyunca 3 saat boyunca suda oturmayı planmıştım. Ama öyle olmadı tabiki. Termal havuzdan sonra saunaya gidip kendimizi haşladık. Normal zamanda bunun bir eziyet olduğunu düşünürüm aslında, ama tutulmuş sırtım söz konusu olunca keyif bile aldım. Kendimizi burada bir miktar haşladıktan sonra, bir soğuk su molası verip, hemen oradan hamama geçelim dedik. Hamamda gözgözü görmüyor, oksijen yok okaliptüs soluyorsunuz.
Bu fotoğraftaki gibi kolunu bacağını ayırmış oturan, hatta birbirinin yüzünü görebilen insan yok. Burada da okaliptüs ve buhardan bayıldıktan sonra koşarak soğuk suya gidiyorsunuz. Eh bu kadar sıcak - soğuk hırpalanmasından sonra bi gevşemek lazım. Vücut ısınızı dengelemek için infrared lambalarn olduğu "the infrared light room"a gidiyorsunuz. Şanslıysanız hemen yer buluyorsunuz, yoksa biraz bekliyorsunuz.



Güzel güzel gevşeyip, saçmalamasına yardımcı olduğunuz vücut ısınızı normale çeviriyorsunuz burada. Buradanda "the wood's lamp room"a gidip, mavi ışıklar altında negatif ionlarımızdan kurtuluyoruz. Söylendiğine göre bu odada 20 - 30 dakika kalmak, yüksek dağlarda bir güne denkmiş. 

Son bir kez daha termal havuza gittikten sonra çıktık. Çıkarken turnikeden geçebilmek için yine o meşhur jetonu kullandık. 3 saati geçirince ne oluyor? Kimse size kızmıyor neden vaktinde çıkmadın diye. Süreyi geçirdiğiniz her yarım saat için 4€ ödüyorsunuz. 

Hem tesis hem içerdeki sistem çok güzel. Ziyaret etmenizi öneririm. Ve tabiki yine tesisin internet sayfasına bakmayı ihmal etmeyin. www.thermesdespa.com
Bu arada bu tesisin şöyle bir güzelliği var, 6'da kapanmıyor. Hatta iş çıkışında davet ediyor insanları.
Belçika için özel bir durum bu :)

BLIJDORP ZOO

Arkadaşlar,

Size şu ana kadar gittiğim en güzel, en etkileyici hayvanat bahçesini anlatmak istiyorum. Şahsım olarak hayvanların kafeslere kapatılıp sergilenmesinden hoşlanmıyorum ancak bir tarantulanın neye benzediğini, tırnak büyüklüğündeki zehirli kurbaların ne renk olduğunu da bilmek istiyorum. 

Blijdorp, kelime anlamı olarak "mutlu köy" demekmiş. Hayvanat bahçesine böyle bir isim vermek çok anlamlı tabi. Benim tabiki ilk olarak aklıma taktığım şey buradaki hayvanlar mutlu muydu? Tabiki bunun cevabını bilmek zor, kısıtlı alandalar ama aç değiller, avlanma riskleri yok. 

Bugüne kadar buna benzer birkaç tane hayvanat bahçesi gezdim. (Türkiye'dekileri saymıyorum, o hayvanat bahçesi dedikleri yerler hayvanlar için hapishane bence). Antwerp'deki eh işte dediğim bir yerdi. Denver'daki idare ederdi. Baltimore'daki çok güzeldi. Rotterdam - Blijdorp ise muhteşemdi.

Bahse konu hayvanat bahçesi Hollanda'nın Rotterdam şehrinde bulunmakta. Oldukça büyük bir alanda yer alıyor. Önünde kocaman bir otoparkı var. Otopark ücreti sabit, 7€. Saatlik ücret almıyorlar, çünkü içeride kaç saat geçireceğiniz belli değil :) Sonra gişelere doğru ilerleyip güzel Hollandalı kızların çalıştığı gişelerden bir tanesine yanaşıyorsunuz. Kişi başı 19.50€ ödeyip biletlerinizi alıyorsunuz. Öyle "oooo pek pahalı" demeyin çünkü değil. Avrupa yöresinde fiyatlar böyle. Buralara gelmeyi planlayan arkadaşlar için önerim, 1€ = 1 TL gibi düşünmeniz (biliyorum böyle olmadığını). Yoksa ne bir yere gidebilir ne de birşeyler alabilirsiniz.

Konumuza geri dönelim. Girişten geçtikten sonra hemen farketmesenizde kocamaaaaan bir dünyaya adım atmış oluyorsunuz. Girişte hemen solunuzda "oceanium" ile başlıyorsunuz gezmeye. 


Bütün bir gün burada oturabilirim, o kadar keyifli bir yer. Burada epey kaldıktan sonra kutup ayılarının olduğu yere doğru ilerlemeye başladık. Kutup ayılarını zaten çok sevimli bulan ben, bir de bebek kutup ayısı göreceğim için çok heyecanlandım. Aralık 2010'da dünyaya gelmiş yavru Vicks. 


Yavruyu görmek mümkün olamadı. Gördüğümüzde anne miydi yoksa baba mıydı anlayamadık ama olsun kutup ayısı gördük o da güzeldi.

Blijdorp Hayvanat Bahçesinin en büyük özelliği, barındırdığı bütün hayvanların doğal yaşam ortamlarını olabilecek en iyi şekilde sağlamış olması. Ve bunu hem açık hava hem de kapalı ortam için başarmışlar. Tabiki bütün türler için söyleyemeyiz bunu. Sürüngenler ve böcek - örümcek hayvanları sürekli kapalı ortamdalar. (Böylesi hepimiz için daha hayırlı olur zaten)

Zarar vermeyeceği bilinen hayvanların doğal ortamlarına girebiliyorsunuz. Mesela kangurunun adı "kafes" olan ama aslında çitle çevrili yaşam ortamına kapısını açıp girip, gezip sonra diğer kapıdan çıkıyorsunuz.

Ayrıca bu hayvanat bahçesinin diğer bir özelliği de Afrika, Asya, Arctic, Güney Amerika, Avusturalya bölümlerine ayrılmış olması.
Bu hayvanat bahçesini gezdiğim süre içerisinde yalnızca üç hayvan için üzülüdüm. Tapir, gergedan ve bir kedi türü. Üzülme sebebim ise tek başlarına kalmış olmaları. Herhalde hayvanat bahçesi yetkililerinin bir bildiği vardır, onları öyle tek başlarına bıraktıklarına göre.

Bir sürü kuşa yaklaşabiliyorsunuz. Mesela bulduğu kemiği didikeyen bir akbabaya 1,5 metre yaklaşabiliyorsunuz. Siz ona öyle ağzınız açık bakarken, yukardan başka bir akbabada size bakıyor :) O bile sevimli kendi ölçülerinde.

Gördüğüm her hayvanı tek tek anlatmaya kalksam bu yazı bitmez. Siz en iyisi bilet alıp hayvanat bahçesine gidin. Hatta biletinizi internetten de alabiliyorsunuz. www.rotterdamzoo.nl adresine bir bakın, çok güzel videolar var.

İyi eğlenceler!


2 Ağustos 2011 Salı

TATİLDE TATİLE BAŞLARKEN

Merhaba arkadaşlar.

Yine uzun zamandır yazmadığım için neredeyse bir bloğum olduğunu unutmak üzereyim. Bir haftalık Fransa ziyaretimde sizlere anlatmayı planladığım yerler Britany bölgesinde.

Öncelikle buraya nasıl gelmeye karar verdiğimizden bahsedeyim biraz. Belçika'da bulunduğumuz süre içinde nasıl gezeriz planı yapmıştık Seçkin'le ilk geldiğimiz zaman. 8 saat mesafedeki her yere araba ile gitmeye karar verdik. Daha uzak yerler içinse ucuz uçak bilet alınabilecek bir sürü firma var.

İşte Britany bölgeside bizim bu 8 saat mesafedeki yer kriterine çok uygun olduğu için ve ayrıca deniz kenarı olması sebebi ile haritadan yer bakarken gözümüze çok hoş göründü. Böylelikle düştük yollara.

Yalnız yola çıktığımız gün Fransız kardeşlerimizinde bir haftalık tatil süreçlerinin başladığı günmüş. Bu nedenle yollar kabus gibiydi. Otoban gişelerinin önündeki kuyruklar çıldırtıcı şekilde yavaş ilerliyordu. Buradan ilk dersimizi aldık. Bir daha bir ülkeyi ziyarete giderken ne zaman ne tatili var önceden kontrol etmek gerekiyormuş. Yaklaşık 9.30 saatlik bir yolculuk sonunda vardık Britany topraklarına.

Bu bölgenin bayrağı Amerikan bayrağına çok benziyor, hatta neredeyse aynısının siyah – beyaz olanı.



Bölge halkı şu ana kadar gördüğümüz kadarıyla diğer soğuk nevale Fransız halkından daha güler yüzlü ve yardımsever. Hatta şöyle Bir şey duyduk, bu yörenin insanları kendilerini Fransız değil, Kelt (Celtic) olarak görüyorlarmış. Enteresan değil mi?

Brittany bölgesi Fransa'nın en batı ucundaki yarım adaya verilen ad. Bu bölgenin tarih boyunca İngiltre ile ilişkileri oldukça kuvvetli olmuş.


Her Ağustosun ilk cuması başlayıp bir hafta süren bir Celtic festivali var ve Fransa içindeki en büyük Kelt organizasyonuymuş. Bu festivalle ilgili daha detaylı bilgileri festivale gittiğimde yazarım. Ve tabiki gezdiğim şehirleride tek tek anlatacağım. Ama gezdiğim gün yazamayabilirim, tıpkı tatile başladığımz gün yazamadığım gibi :)


19 Temmuz 2011 Salı

KISA BİR TÜRKİYE MOLASINDA HAVAALANI BUNALTILARI

Eveeeeet arkadaşlar kısa bir Türkiye molası vermiştim ancak blog olayına geri dönmem Türkiye'den Belçika'ya dönmemden daha uzun sürdü.

Bu seferki Türkiye uçuşum Köln'dendi ve büyük bir hataydı. Büyük konuşmak istemiyorum ama bir daha böyle bir hata yapmak istemiyorum. Gecenin saat 2'sindeki uçuşum için Seçkin beni Köln havaalanına bırakıp kaçtı. Havaalanına girdiğimde önce bir sakinlik sonrada dehşet bir kalabalık karşıladı beni. Check-in sırasında bekleyen kalabalığı gördüğümde dehşete kapıldım çünkü hepsi Türkiye'ye gidiyordu ve o kalabalığın 1/3 benim uçağın yolcusuydu. Kalan 1/3'ler ise Kayseri ve başka firmanın İstanbul yolcularıydı.
Beni korkutan yolcu sayısı değil, yolcu profili oldu. Burada yanlış anlaşılmak istemiyorum öncelikle onu belirtmek ve arkasındanda kimseyi aşağılamak amacında olmadığımı söylemek istiyorum. Avrupanın göbeğinde yaşayıpda hala köyünden ilk çıktığı günki gibi yaşamaya çalışan yurdum insanının profili bir noktadan sonra rahatsızlık veriyor.

Her neyse check-in yaptıktan sonra bir miktarda pasaport kontrolde bunaldım ve nihayet uçağa ulaşabildim. Umudum, İstanbul'a kadarki sürede uyuyabilmekti. Ama daha uçağa adım attığım anda bunun pek mümkün olmadığını anladım.

Kabus gibi geçen bir uçuştan sonra Sabiha Gökçen'in iç hatlarında geçirdiğim diğer acılı saatleri anlatmak istemiyorum. Pegasus'ta check-in yaparken "hmm madem Köln'den Pegasus'la gelmediniz o zaman ekstra bagaj ücreti ödeyeceksiniz" cezamı da aldıktan sonra ferahlamış şekilde uçağıma bindim ve sızdım. Ne zaman uçak kalktı, ne zaman indik hiç hatırlamıyorum. Neyseki Ersin beni havaalanı bunaltılarımdan kurtarıp Dojoya attı ve rahat bir nefes aldım.

Ankara'ya ulaşana kadar yaşadığım kabus tabiki aklımda dönüşümüz de bir kabus olacak mı sorusunu uyandırdı. Hemen anlatayım, çok rahat döndük. Ankara - İstanbul hattında zaten sıkıntılı bir durum olmayacağını biliyordum, beni düşündüren İstanbul - Charleroi uçuşuydu. Belçika'nın güzide hava yolu şirketi Jet Air Fly ile ilk kez uçacağımızdan, neyle karşılaşacağımızı bilememenin bir gerginliği vardı.
Sonuçta bir charter uçuş ve mükemmel olmasını beklememek lazım. Yer hizmetlerini Çelebi'nin yaptığı Jet Air Fly'da online check-in mümkün değil. Siz biletinizi internetten alırken sistem otomatik olarak sizi yerleştiriyor. Böylece "ay koridor olsun, yok yok cam kenarı da olur" gibi muhabbetler yapamıyorsunuz.
Sistemde Seçkin'le beni öyle güzel yerleştirmiştiki ortamızdan geçecek olan koridora itiraz edemedik. Hayallerimizi süsleyen "acil çıkış kapısı"nın bulunduğu sıra ise patlayan bir balon oldu gitti.

Uçağa bindiğimizde yerimde oturan amcayı görünce çileden çıkıverdim bir anda. Amca ve ailesinin oturması gereken yer bir ön sıra iken -ki o sıra acil çıkışın olduğu, herkesin hayali sıra- amca benim oturmam gereken koltukta oturup, soru dolu gözlerle bana bakıyordu. Durumu gören host kardeş koşarak yanımıza geldi ve olası bir sıkıntıyı ortadan kaldırdı. Amca ve ailesi dil bilmediği için yaşanabilecek herhangi bir acil durumda host ve hosteslerle iletişemeyeceklerinden bir arka sıraya oturtulmuşlar. Böylelikle amcanın oturması gereken yere de beni oturttular. Ben yayıla yayıla yeni koltuğuma kurulmuşken, yerini aldığım amcada Seçkin'e sorular sormaya başlamış. Öncelikle Seçkin'e Türkçe bilip bilmediğini sormuş :) Sonrada neden o koltuğa oturtulduklarını. Seçkin bu soruları cevaplayıp yan koltuğuma geldikten sonra, az serin ama rahat, uyunabilir, host ve hostesleri sessiz uçuşumuz başladı.

Güzel bir uçuşun ardından bayan pilotumuzun güzel inişiyle Belçika'mın soğuk ve yağmurlu havasına yeniden kavuşmuş oldum. Ve o günden bu yana yağmur yağıyor, hiç ara vermedi maşallah!

27 Haziran 2011 Pazartesi

JURBISE BİRA FESTİVALİ

Köyümüzde bir bira festivali. İnanılmaz ama gerçek.

 Zaman zaman posta kutusuna el ilanları atıyorlar "şurada parti var, burada şenlik var" şeklinde. O el ilanlarına baktığımda aklıma hep, o partilerin vampirlerin yaptığı partiler olabileceği geliyor :) Dillerini bilmeyen insanları bu partilere çağırıp sonra da kanlarını emmek nıhahaha.... Normalde o kadar ölü duruyorki Jurbise, parti yapıp eğlenebileceklerine nedense inanamıyorum.

İşte ben daha parti yaptıklarına inanamazken bir ay önce her tarafa ilanlar asıldı. "Jurbise Bira Festivali, Haziran 25 - 26" şeklinde. Hah! dedim bunların yapacağı bira festivalinden ne olacak. Açıkcası pek de önemsemedik. Cumartesi gecesi saat 2 sularında Brüksel'den dönerken festival alanının önünden geçtik. Hatta önünde polis tarafından durdurulduk. Festival alanından çıkanlara yol vermek için. Polisin bu hareketini takdirle karşıladık. Festival alanından çıkan herkesin alkollü olduğunu bildiklerinden, bari en azından trafiği düzenleyelim de kaza az olsun diyerekten gecenin o saatinde yollardaydılar. Ve cumartesi gecesi eğlence saat 3'te bitmiş. Yani bu yörede heryerin saat 6'da kapandığını düşünecek olursak -restoranlar dışında- sabaha karşı 3 Jurbise için olağan üstü bir durum.

Pazar günü öğleden sonra, Leuven'deki evimizde :) kahvaltı ettikten sonra, şu festivale bir bakalım dedik Seçkin'le. Bir gittik ki kocaman bir festival alanı, çoğunlukla bilinen biraların açtığı standlar, konser alanı, piknik alanından oluşan bir organizasyon.

Bütün Jurbise'ten daha fazlasının aktığı bir festival alanı. Civardaki köy, kasaba, şehir, askeri üs, ne varsa hepsi oradaydı sanırım. Çünkü bu kadar insan bizim bu köyden çıkmazdı.

Gittiğimizde konser vardı ve sahnede de Moğollar'la yaşıt bir grup güzel rock şarkılar söylüyorlardı. Vallahi inanılmayacak kadar güzel bir ortam vardı. Biralardan burada değilm başarabilirsem Biralar-3 yazısında bahsetmek istiyorum. Yani yarın ya da çarşamba ben bu yazıyı yazamazsam eğer zaten ta Temmuzun ortasına kalır. Sonrasıda kısmet.


BİR DOUDOU (DUCASSE DE MONS) FESTİVALİNİN ARDINDAN

Doudou Festivali Mons yöresinin en önemli festivali. Adını ilk duyduğumda aklıma güvercin hayvanının ataları gelmişti ama tabiki alakası yokmuş.

Yaklaşık bir hafta boyunca hergün değişik etkinlikler yaptılar. Pazar günü ise (ayın 19'u idi) festivalin en önemli günü idi. Saint George ve ejderin sembolik savaşının olduğu gün. (le combat dit lumeçon) Savaşta yeralan diğer karakterler ise köpek-adamlar ve sarmaşık-adamlar. Köpek adamlar Saint George'a, sarmaşık adamlar ise ejdere yardım ediyorlarmış. Ancak bu savaştan önce, yokuş başındaki Katedrale (Mons'u bilenler yokuş başındaki Katedrali de bilirler:) ) bir sunak çıkarılması gerekiyor. Oldukça ağır olan bu sunak at arabası ile çıkartılmaya çalışılıyor. Eğer atlar çekerek çıkartamazsa halk yardım ediyor, eğer halkın yardımı ile de sunak çıkarılamazsa o senenin kötü geçeceğine inanıyorlar. 1803 Fransız İhtilali, 1914 Birinci Dünya Savaşı ve 1940 İkinci Dünya Savaşı'nın olduğu yıllarda çıkartılamamış.  Bu sene sunak çıkmış olmalı ki kötü bir haber duymadık :)

Ejderle savaş sırasında, ejder kuyruğu ile halka da saldırırmış dolayısıyla beyazlı adamlar dışında halka da bu savaşa dahil oluyormuş. Bu nedenle ejderin kuyruğundan kıl koparabilmek çok önemli. Eğer ejderin kuyruğunda kıl koparabilirseniz sene sizin için de çok iyi geçiyormuş.












Bu olayın yapıldığı gün hava gayet soğuk ve yağışlı idi burada. Bizde Köln'de Dom'u defalarca tavaf etmenin yorgunluğundan kalkıp gidemedik bu savaşa. Pazartesi günü akşamüstü Mons merkeze indiğimizde bir gürültü koptu, bando - mızıka çalmaya başladı ve bir anda yeşil kocaman bişi çıkıverdi karşımıza. O ne?!! Ejder!!!


Kaçırdığım için üzüldüğüm ejderi karşımda görünce çok sevindim. Yeniden bir savaş oldu mu bilmiyorum ama en azından ejderle karşılaşmak güzel oldu. Hayvanın kuyruğu yoluk yoluk olmuş. Ama hala bir miktar kıl vardı ve ejderi taşıyanlardan en sondaki (yani kuyruktaki) etraftakilere kalan kılları dağıtıyordu. Demek ki hayvanın kuyruk kılını savaşmadan güzellikle de alabiliyormuşuz. :))

Bu festivalin anısına tabiki bir sürü ejderli hatıra eşyası vardı çarşıda. Aklınıza gelebilecek herşey. Bu kutlu hafta boyuncada bütün dükkanlarda indirim vardı. Ama almaya değecek birşey var mıydı işte orası tartışılır.

25 Haziran 2011 Cumartesi

SON DERS

Yaa çok acıklı bir başlıkmış gibi görünüyor aslında ama değil.


Sonunda Fransızca kursunun Beginner seviyesini bitirdik. Dün son ders için SHAPE üssünün içindeki dil okuluna gittim son kez. Yani aslında son kez mi bilemiyorum, çünkü Eylül'de açılacak olan kurs için adımı yazdırdım. En azından yıl sonuna kadar devam ederim diye düşünüyorum. Zaten bu arkadaşların bi Christmas tatili başladımı bitmek bilmiyor, dolayısıyla pek de birşey kaçırmıyorum aslında.

Son iki derste Dil Okulu'nun yönetimiyle ilgili sıkıntılar olduğunu öğrendik Isabelle'den. En büyük sıkıntıda 25 senedir koltuğuna köklerini salmış olan yöneticisi. Yeniliklere ve gelişime kapalı olması sıkıntı yaratıyormuş. Hızlandırılmış yaz okuluna müracaat eden insanlara cevap bile verme gereği duymamış. Madem böyle bir kurs var ve buna katılmak isteyen insanlar var neden acaba nezaketen de olsa cevap vermez? Dil Okulu'na bu üssün ihtiyacı var, çünkü bir sürü yabancı aile geliyor ve birçok dil için burada kurs açılıyor. Neyse bu sıkıntılardan bahsetmek istemiyorum.


Fransızca dersine 15 kişi başladık, 4 bay - 11 bayan, en son derste yalnızca 4 kişiydik :) Daha ilk hafta baylardan üçü dersi bıraktı. İki Alman, sınıfın çoğunluğunun bayan olmasına pek tahammül edemedi. Kadının çok olduğu yerde dedikodu da çok olur diye mi düşündüler acep :) Yani aslında haksız değiller ama... Bir İtalyan ise İngilizce bilmediği için bıraktı, elimizde bir Carson kaldı. O da en kısa zamanda bırakır diye düşündük ama gayet azimli çıktı kendisi :) Sınıftaki bayanların hepsi buraya gelmeleri sebebi ile zorunluluktan ev hanımlığı (çok kibar yazdım, kendim bile şaştım) sektörüne geçmişler. Carson da aynı durumdaydı bizimle. Eşinin Belçika'ya tayini çıktığı ve kendisine kadro bulamadıkları için o da evde takılıyor. Bundan yaklaşık bir ay öncede eşini Afganistan'a yolladılar 6 aylığına. Şimdi hem çocuklara bakıyor hem de evin bütün işlerini yapıyor. Zor tabi "domestic engineer" olmak.

Geçen hafta kadromuz biraz daha kalabalıktı. Tanya ve Christina da vardı derste. Bu son hafta Pam, Carson, Çiğdem ve ben kaldık, zaten öylede kapadık kursu.

Son derste neler öğrendik;

- Isabelle keçisine doğum yaptırırken keçinin tepmesi nedeniyle eli sıkışmış. Kırık değilmiş ama morarmaya başlamış ve ağrıyormuş,

- Carson'ın erkek kardeşinin iki koyunu varmış, isimleri lunch ve dinner'mış.

- Pam'in kızı 14 yaşındaymış. Fotoğraf makinesinden fotoğrafları gösterirken 3 tane delikanlıyla olan fotoğrafı gösterip " bu çocuklar da bizim orada yaşıyorlar ve çok şükürki kızıma abi gibi davranıyorlar" :)))))) dedi

- Pam ve Carson Türkiye'ye gelmek istiyorlarmış.

Gördüğünüz gibi son ders son derece verimli geçti. Bizde bunun üzerine Fransızca öğrenmeye devam edelim dedik.


Sevgili Isabelle,

Umarız Eylül'de tekrar buluşuruz. Gerçi biz grup olarak seni yazın da taciz etmeyi planlıyoruz. Bakarsın bize evinde ders vermek istersin :))
Neyse bunları yazın detaylı konuşuruz :)

Au revoir!!!





24 Haziran 2011 Cuma

KOLN'E EKLENTİ

Farkettimki Köln'le ilgili yazarken atladığım bir nokta var. Bunu öbür yazının sonuna ekleyebilirdim ama uğraşmak istemedim.

Şimdi atladığım noktaya gelelim.



Genellikle gittiğim her ülkede Ziraat Bankası bulursam fotoğrafını mutlaka çekiyorum. Sonra bunları ukem Barış'a yollamayı planlıyorum ve fakat bugüne kadar sanırım hiç yollamadım. Unuttum :)
Türkiye'de olduğum zamanlarda genel olarak Ziraat Bankasıyla pek işim olmaz. Dojoyla ilgili yatacak ve yapacak birşey yoksa. Ama yurtdışında Ziraat Bankası görünce sevinç çığlıkları atıyorum. Sanırım Ziraat Bankası görmek, Türkiye'yi görmek gibi oluyor bir an için olsa da. Hemen yanındaki Şekerbank birşey ifade etmedi mesela :)

Köln'le ilgili başka bir yazıda görüşmek üzere!


21 Haziran 2011 Salı

KOLN ( COLOGNE )

Bu seferki gezinti mekanımız Almanya'nın Köln şehri. 

Öncelikle Köln'ün ismiyle başlayalım yazımıza. İtalyanca ve İspanyolca Colonia, Portekizce Côlonia, Katalanca Colònia, Lehçe Kolonia, Türkçe Kolonya (ki farkettiyseniz biz bu ismi pek kullanmıyoruz), İngilizce Cologne... şeklinde böyle sürüp gidiyor. Bunları sıralamamdaki amaç aslında Köln'ün aslında Kolonya diye okunduğuna dikkat çekmekti. Biz Almanca adını kullanıyoruz. İyide yapıyoruz diye düşünüyorum, "haftasonu nerdeydiniz? - Kolonya'ya gittik" demek bana biraz tuhaf geliyor zira. Aslında tuhaf olan birşey yok, yalnızca bizim kolonya dediğimiz şeyin bir şehir ismi olması böyle hissettiriyor bana. Sizin de tahmin ettiğiniz üzere kolonyanın doğdu topraklar burası. "Eau de cologne" (Köln suyu) adıyla ilk kolonya çıkmış.

Her neyse, biz Köln'e geri dönelim. Berlin'den sonra en çok Türk nüfusun bulunduğu şehirmiş Köln. Zaten gezerken size bunu hissettiriyor. Belki abartılı olacak ama sanki memleket benimmişde Almanlar gezmeye gelmişler gibi oldu. Her zaman olduğu gibi yine park yeri arayarak başladık gezimize. Hemen Dom'un dibindeki otoparka koyalım dedik. Arabayı koyduk otoparka, hatta gezmeye başlamadan birşeylerde atıştıralım diye düşündük ve yanımızda getirdiklerimizi yiyelim dedik. Yanımızda da söylemesi ayıp yaprak sarma var :) Sarmasavar ya da sarma canavarı Ayşenur da bizimle, ondan kurtarabildiğimiz birkaç sarmayı yiyebildik. Seçkin, Ayşenur'un bu halini fotoğraflamaya çalışırken Ayşenur kendisine "abi bak göremediysen bi daha yapayım bak şimdi hooop gitti bi sarma daha" diyerek yanaklarını hamster gibi doldurdu. Sarmalar bitti hepimiz rahatladık, gezmeye başladık.

Görülebilecek pek çok yer var aslında ama biz nedense ateş etrafında dönen karıncalar gibi Dom Katedrali'nin etrafından bir türlü ayrılamadık. Ne tarafa gitsek sonuçta hem Dom'un etrafında bir yerde olduğumuzu farkettik. O kadar çekici bir eser Dom sizin anlayacağınız :)) Hazır Dom'dan bahsetmeye başlamışken hemen bir foto atalım buraya.

Gerçekten çok ihtişamlı. Yapımı tam 632 yıl sürmüş (1242 - 1880). 157 metre yüksekliğinde. UNESCO'nun Kültür Mirası listesinde yeralıyor. Etrafındaki ve içindeki kalabalığı tarif etmek zor. Kuzey Avrupa'nın en büyük ibadethanesiymiş. Dom'u görene kadar Paris'teki Notre Dame Katedrali'nin ne kadar büyük olduğunu düşünüyordum ama burayı gördükten sonra düşüncelerimi hızla değiştirdim.

Gotik tarz bana çok kasvetli gelse de etkilenmemek elde değil. İkinci Dünya savaşında bütün şehir neredeyse yok olmuş bir tek Dom kalmış şehirde. 

Dom'un önünde, arkasında, sağında, solunda, içerisinde bir sürü tabela var insanları yönlendirecek. Ve bu tabelalar bir kaç dilde yazılmış, bunlardan bir tanesi de Türkçe. Normal tabi şaşırmamak lazım buna.



Köln'e gelmeden önce nereleri görebileceğimizin bir listesini çıkarmıştık ve listeye göre ikinci sırada NS Dokumentationszentrum - Gestapo Prison vardı. Ve fakat elimizde adres dört döndük bulmak için. Sorduğumuz insanlar bilmediklerini söylediler. Orası olabileceğini umduğumuz bir müze bulduk ama orası da kapalıydı. Artık vazgeçmiş dönerken aradığımız binanın numarasını gördük ve tabiki küçük tabelasını. Bina tadilatta olduğu için dikkatimizi çekmemiş. Tabi yine hevesimiz kursağımızda kaldı çünkü gittiğimizde kapanıyordu. Meğer saat 4'e kadar açıkmış. Eh ne yapalım bir dahaki sefere dedik.  

Buradan sonra sırada Ludzig Museum vardı ama orası bize pek cazip gelmedi.  Hediyelikçileri gezdik bizde. Oradan Ren Nehri'nin kenarında biraz sırtımızı güneşe verip, oturup dinlenip, su akar deli bakar yaptıktan sonra biraz daha gezelim dedik. Şehrin göbeğinde Roma zamanından kalma şehir kalıntıları bulunmuş (Almanca yazanları anlamadığımız için böyle olduğunu düşünüyoruz). Onun kazı çalışmalarını gördük. Çektiğimiz fotoğraflardan birşey anlaşılmadığı için fotoğraf koymadım. 

Eh bir Alman birası içmeden dönmek olmaz dedik, eğlenceli bir meydan bulduk, meydanda güneş gelen bir masa bulup yerleştik. Etraftaki eğlenceli grupların hangi birini anlatayım bilmemki. Akşamki eğlencenin parasını çıkarmak için (tamamen tahmin) aldıkları bir şişe içkiyi shotlarda satan bir kız grubu mu istersiniz, evleneceği için arkadaşları birlikte piyasa araştırması yapan, bunu yaparkende kot-t-shirt üzerine paçavraya dönmüş gelinlik çakması giyeni mi istersiniz, yoksa kaybettiği iddia üzerine (bu da tahmin) kadın kılığına girmiş gezinen bir tip ve arkadaşlarını mı istersiniz, ne ararsanız var. Yani öyle eğlenceli, herkes hep deli hop deli.

Köln güzel şehir, tekrar gitmek isterim açıkçası. Fransızca sınıfından bir arkadaşım Noel zamanı Köln'ün çok güzel olduğunu söylemişti. Eğer o tarihlerde yolunuz Köln'e düşerse mutlaka açılan Chiristmas pazarlarını gezin, özellikle Medieval Markt'a ait gördüğüm fotoğraflar çok başarılıydı. Noel zamanı burada olursam gitmeyi çok istiyorum. Gelirseniz belki buradan birlikte de gidebiliriz :))

Guten Abend!!!











19 Haziran 2011 Pazar

ISABELLE'IN ÇİFTLİĞİ

Isabelle benim Fransızca hocam. Biz umutsuz öğrencilerini evine (!) davet etti. Burada yine şunu tekrarlamak istiyorum, (sanırım bunu daha önce Pam'lerin yaşadığı şato için de söylemiştim) eğer Isabelle'in yaşadığı yere ev diyorsak bizimkine ne diyoruz, bizimkine ev diyorsak Isabelle'inkine ne diyoruz. Ben, kocamaaaaan bir çiftlik diyorum.

Haftalar öncesinden bu davet işi kararlaştırıldı. Birkaç defa tarih değişti ve en son bugünde karar kılındı. En son derste Isabelle'e nasıl ulaşıcazın tarifi yapıldı. Eğer navigasyonla gelecekseniz dedi (başka nasıl ulaşabilceğimiz konusunda en ufak bir fikrim yok, öyle posta adresinizi alayım ben bulurum gibi delikanlılıklar çok anlamsız burada) yaklaştığınızda navigasyon sağa dön derse siz sola dönün dedi. Tabiki herkes soru işaretleriyle baktı ama yapacak birşey yok. Herhalde koskoca kadın evini bizim navigasyon cihazından daha iyi biliyordur dedim içimden.

Bu sabah yine muhteşem ötesi (!) bir Belçika sabahına uyandıktan sonra, o kasvetli hava ile birlikte düştük yollara. Tabi bir o kadar muhteşem Belçika trafiği beni benden aldı sabah sabah. Ülkemin bitmek bilmeyen yol yapım çalışmalarından sonra Belçika'nın bitmek bilmeyen yol çalışmalarına da denk gelmiş olmak beni ayrı bir bahtiyar ediyor. Neyse, birkaç "take the exit" yaptıktan sonra son birkaç kilometrede geldik bir yol ayrımına. Cihaz dedi "sola dön", ben bekliyorumki o sağ diyecek, bende "heheh yemezler sol" diyeceğim. Ama en baştan sol dedi. Döndük sola.

Bu gördüğünüz yolun başına geldik. Şöyle bir baktım, acaba bu yol bir çiftliğe çıkar mı ki dedim içimden hemde dışımdan. Yanımda Çiğdem var, birbirimize biz nereye geldik acaba dedik. Sonra sevgili navi (navigasyon cihazına kısaca navi diyeceğim bundan sonra), "you have reached your destination" diye bağırmaya başladı ama görünürde herhangi bir yaşam  belirtisi yok. Varda bizim katılacağımız türden.

Biraz daha devam edince bir bina göründü. Sonra giderek çiftliğe benzemeye başladı. Kapısında durdum ve Çiğdem arabadan atlayıp, elinde Isabelle'in kartviziti ile Isabelle'i sormaya gitti. Sorduğu kişi Isabelle'in eşi çıkınca bir oh çektik ve park ettik.

Randevumuz 10'daydı ve biz geç kalmadan varmıştık ama kadıncağızın iki ayağını bir pabuca sokmayı başarmıştık. Yolu bulamayıp gecikeceğimizden emindi sanırım. Mutfağına gittik ve ben o karışık mutfağa bayıldım. Eski, dökme demirden fırın, taze toplanmış yumurtalar, mutfağa geldiğimizde fırından çıkan taze ekmek...

Sonra yavaş yavaş arkadaşlar toplanmaya ve masanın üzeri kalabalıklaşmaya başladı. Grup tabiki yine fıkra gibiydi. Herkes kendince birşeyler yapıp getirmişti. Ben bu masanın hayali ile zaten birşey yemeden gitmiştim. İnsanların toplanmasını beklerkende bir hayli acıkmıştım. Herkesin geldiğine kanaat getirdikten sonra Isabelle, bize yeni doğmuş (yalnızca 3 günlüktü) keçi yavrusunu ve diğer hayvanlarını göstermeyi teklif etti.

Arabayı parkettikten sonra karşılaştığımız kocaşan köpeğin dışında başka hayvanlar olduğunu bilmek tabiki beni çok mutlu etti. Köpekceğiz pek dost canlısı görünmediği için yakınlaşamadık kendisi ile. Zaten Isabelle'de onun bu özelliğinden dolayı kafesine kapatmıştı.

Isabelle 3 günlük tatile gittiğinde ve eşide evde yokken doğuvermiş arkadaş. Eve döndüklerinde bir bakmışlar yavru keçi geziniyor. Biz "aay ne şiriiiiin" diye çırpınırken, Isabelle çanta gibi taktı koluna yavru keçiyi getirdi. Tabiki hemen atladım ben bunu sevicem diye. Kendisi benim kediler kadardı. Başta biraz korktu ama sonra o da anladı güçlü kollarımda güvende olduğunu :))) Ben kendisine kırılacak bir eşya muamelesi yapıp yere koymaya çekinerek Isabelle'e vermeye çalıstığımda bana "Bırak o kendisi gider, annesini bulur. Biz yokken doğmuş baksana" dedi. Bende bıraktım, tabiki koşa koşa annesini buldu. Annesi, kendisini kirlettiğimizi düşünerek bir güzel baştan ayağa yaladı yavruyu. O sırada Isabelle tavşanlarını sergiye sunmuştu. Birbirinden şirin bir sürü tavşan bir anda yaşadıkları yerden dışarıya kaçmaya başladılar, ama tabi bu konuda tecrübeli Isabelle hepsini toplayıverdi. Daha sonra büyükbaşların bulunduğu bölüme geçtik.

Çok insancıl olan bu dostlarımız, yaklaştığınızda sizi yalamaya çalışacak kadar sevgi dolular. Daha önce fotoğraftakinin benzeri bir tanesi tarafından kovalanmış olduğum için ben çok sempatik bakamadım kendisine. Ama olsun hayvan hayvandır, severim. Isabelle hayvanların karnını doyururken ben içimden artık bizimkini de bi doyursak Isabelle hı? ne dersin? diye geçirmeye başladım.

Neyseki çok oyalanmadan masaya gidip tabakları doldurmaya başladık. Biraz daha oyalansaydık sanırım bayılacaktım. Sonra klasik muhabbet başladı. Onu nasıl yaptınız, bunu nasıl pişirdiniz, mümkünse tarifini alsak falan filan. Hoş sohbet ve muhabbetin ardından hoşça kal demenin zamanı geldi. Salı günü derste görüşürüz dedik ayrıldık.

Çıkışta tavukları farkettik. Onlar gördüğümüz bütün hayvanlardan daha insancıldı. Bizi görür görmez koşarak yanımıza geldiler.











Onlara da hoşça kal deyip yola koyulduk ve yüreğimizin götürdüğü yere, Reyhan Market'e gittik :)

12 Haziran 2011 Pazar

GREAT BRITISH SUMMER FEST

Tamamen tesadüfen görüpte gittiğimiz bir festival. S.H.A.P.E. üssünün içinde zaman zaman böyle festivaller yapılıyor. İşki takip edelim. Geçenlerde de "Big Greek Summer Night" varmış ve söylendiğine göre çok güzel bir gece olmuş.

Kocaman bir eğlence çadırı kuran İngilizler tabiki çocukları unutmamışlardı. Ve pek tabiki yine Bouncy Castlelar ve üzerinde bir sürü çocuk vardı. Festivalin en çok iş yapan iki standı "fish and chips" ve İngiliz biralarının satıldığı standlardı. Önlerindeki kuyruk bitmek tükenmek bilmedi. Sanırım daha sonrada ikinci el kitapların satıldığı kitap standı geliyordu.

Bu tip festivallerin sanırım zorunlu eğlencesi, halat çekme yarışması. Olmazsa olmaz. Neden bir halatı çekiştirmek bu kadar eğlenceli geliyor insanlara hiç anlamıyorum. Çoluk - çocuk, abla - teyze, abi - amca, hepsi halatın ucundan tutup çekiştirdiler. Aslında yardımcı olmayı düşünmedim değil. Ama karşı tarafa haksızlık olur diye vazgeçtim. Zira daha önce kopardığım bir el freni var :)))


Festivalde benim favorim Belçika polisinin köpekleriyle yaptıkları şovların yanı sıra, emniyet kemerinin önemini anlatan, "takla atan arabada neler hissederiz"i gösteren dönen araba. Bu arabaya binmeyi çok istedim ama burada da sıra inanılmazdı. İzlemekle yetindim bende.
Belki başka bahara :)





Belçika kurdu diye bir köpeğin varlığını ilk kez Ersin'den duymuştum. Sahibine Alman kurdundan daha sadık olduğundan ve daha çok komut aldığından bahsetmişti. Gördüğüm üç Belçika kurdu bunun ne kadar doğru olduğunu gösterdi. Tabiki polis köpeği olmasından dolayı daha özel eğitim almışlardır ancak sonuçta komuta itaat önemli.

Asla sahiplerinden daha önde yürümediler. Sahipleriyle eş zamanlı döndüler, yattılar, kalktılar, atladılar, suçluyu yakaladılar, yakalamakla kalmayıp etkisiz hale getirdiler, kalabalık arasında suçluyu buldular. Yani neler başarabileceklerini güzelce gösterdiler. Ve benim köpek edinme duygularımı yine coşturdular.





















Bu güzel şovun ardından 3 aylık bir yavru ile tanıştırdılar seyirciyi, yeni eğitim almaya başlamış. Ama tabi ufaklık oynamaktan ne eğitim aldığını gösteremeden gitti.

Festivalin son gösterisini İngiliz Askeri Bandosu yaptı. Birbirinden güzel parçalar çalarak yaptıkları gösterilerini tamamladı onlarda.











İngiliz insanı yaza girmeyi böyle kutluyor demek ki gurbet elde. Gerçi daha yaza benzeyen bir hava göremedik ama sanırım içinde bulunduğumuz ayın adına böyle bir kutlama yapmış olabilirler tabi. Hava buz gibiydi, dondum. Neyseki eğlenceliydi.

C'ya