31 Mayıs 2011 Salı

JE N'AI RIEN COMPRIS (HICBIR SEY ANLAMADIM)

Normal koşullarda bugün benim Fransızca dersim var. Ancak sevgılı öğretmenimiz Isabelle dersi bugün bir cafede yapmaya karar vermiş, bizim için küçük bir test olacaktı bu dediğine göre. Garson gelecek ve sipariş vereceğiz, zavallı garson bizi anlamayı başarırsa siparişlerimizi getirecek. Aslında bu test garsonun geçmesi gereken bir testti sanırım.

Sabah erken uyandım, Pam'i aradım (hatırlarsanız şatoda yaşıyordu), Çiğdem gelmeyeceği için tanıdık biri var mı diye bir sorayım dedim. Tabi bu arada aklımda tutamadığım cafenin adını tekrar aldım Pam'den. Vardım Mons merkeze. Meydanda  cafeyi bulmaya çalışırken tabiki adını yine unuttum. Defalarca "Copenhagen" diye kafama kakmalarına karşın ben son ana kadar Hong Kong Cafe'yi aradım :) Allahtan kurtarıcım Pam seslenerek beni bu çılgın arayıştan kurtardı.

Kahvaltı etmemişim, sabah sabah sakinleştirici almadan forumu açıp okumuşum, bir de garsonla Fransızca konuşacak olmak beni daha da gerdi. Masada yerimi aldım. Bizim gruptan bir Pam bir ben vardım, diğer hatun kişiler üst kurdanmış. Zira Isabelle onlara iyi öğretip bize öğretmemişse eğer o zaman Isabelle ayırımcı bir hoca mıydı? o bayanlar Isabelle daha yakın olduklar için mi daha çok şey bilip konuşabiliyorlardı? Allahım bu bir kabus muydu yoksa?! Yok artık canım !!! O kadarda değildir. :))))))))

Neyse beklenen an geldi. Yani garson. Sipariş verilecek. Üst kurdan adını bilemediğim bacım "un cappucıno italiano au un kruvasan (bunun fransızcasını bilmiyorum)" dedi. Tahmin edeceğiniz üzere bir kapuçino ve bir kruvasan dedi. Garson ikinci siparişi almak için beklerken, ben atladım hemen. Ne kadar rezil olabilirimki diye düşünüp başladım kendimce konuşmaya. "je voudre un cafe latte au un kruvasan" didim bende :)) ne farkı varmayın demeyin, başında koskoca "je voudre" var. I'd like to........ yani, boru değil :) Hocamdan ve garsondan kocaman bir bonus aldım. Eh bu da benim kahvaltı sonuna kadar kurduğum ilk ve son bütün bir cümle oldu zaten. Ha arada o ne, bu ne diye Isabelle sordum o ayrı.
Bu yazının başlığı olan cümleyi de ben kurmadım, kuramam zaten. Neden? Çünkü henüz geçmiş zaman öğrenmedik. Üst kur öğrenmiş. Çok merak ediyorum ne kadar korkunç olabilir acaba Fransızca'da geçmiş zaman.

Hafif içi geçmiş kızlar toplantımız sonlandığında sanırım Isabelle biraz daha eziyet etmek istedi. "Hadi şimdide biraz mağazalara bakalım"dedi. Olur, bakalım!! Ne kadar rezil olabilirimki? :)) Çok zorlayıcı olmadı neyseki.

Bu perşembe yine tatil. Yine diyorum çünkü sürekli, bir sebepten tatil oluyor. İki haftada bir mutlaka bir tatil var. Bir daha asla "niye bayramlarda bu kadar tatil yapıyoruz, ne tembel milletiz" demicem. Bu perşembe ve cuma tatil. Hooop dört günlük tatil var.

Bon vacances!!!!

30 Mayıs 2011 Pazartesi

LEUVEN'IN GÜLÜ DOĞDU

Eveeet, dün Ayşenur'un doğumgünüydü ve bizde kendisinin doğumgünü partisine davetliydik. Aslında doğumgünü öğlen yemeğine. Benden yaprak sarma istemişti ama en son evi yakma girişimimden sonra mutfaktan biraz uzak durmaya karar verdim :) Ama kendisine bir yaprak sarma sözüm var. Gerçi Serap'ın, Resul'ün annesinin ve Yasemin'in sarmaları yanında benimkilere sarma denmez ama yoklukta yeniyor işte.

Sanırım 15 dakika kadar gecikmeli vardık Ayşenur'un evine. İnanılmaz şirin bir evi var. Karar verdik Seçkin'le bundan sonra daha sık gidicez Ayşenur'a, zaten bizim evde is kokuyor :)

Arkaya, küçük bahçesine ya da avlusuna masa hazırlamış, emek emek yemek yapmış.

Zeytinyağlı ekmekler
Fırında kaşarlı karides




Ayarsız acılı fırında patates :)


Fotoğraflarda gördüğünüz bütün bu yemekleri - birde somon fümeli makarna vardı, fotoğrafını çekmeyi unutmuşum - hazırlamış. Gerçi ekmeklerin arkasında azıcık görünüyor. Afiyetle hepsinin dibini bulduk. Bunların dibini bulurken de yanında yine Ayşenur hamaratının hazırlamış olduğu sangrianın da dibini bulduk.


Tüm masayı silip süpürdükten sonra Ayşenur'un doğumgününü de kutladık aslında. 


Mutluluktan çılgına dönen Ayşenur ne yapacağını bilemedi :) Bizde dedikki sen en iyisi kahve yap, zira epey bi sangria içtik, sürahide durduğu gibi durmuyor tabi. Kahvenin yanına İngiltere'den gelmiş kurabiyeler eşlik ediyordu. Hayır, Ayşenur'un mum üflediği o "şey" bir kek ve Jurbis'ten geldi o masaya. Muhtemel bugünde Brugge tafarlarında Ayşenur ve Burcu'nun midesinde geziyorlar.

Güzel ve eğlenceli geçen günün ardından küçük bir Leuven turu yapıp döndük. Veya küçük Leuven'de bir tur attık da diyebiliriz. 

Yani kısacası çok güldük, çok yedik, Burcu en kısa zamanda yine gel.

Ben bi foruma bakayım.



29 Mayıs 2011 Pazar

SABAH SABAH BRUKSEL!

Geçenlerde bir sabah Konsolosluğa gitmem gerekti. Konsolosluğumuz nerede, tabiki Brüksel'de. Herhangi bir işlem yapacaksanız sabah 9'dan öğlen 12.30'a kadar çalışıyorlar. Bu kadar az çalışma saatiyle iş biter mi  diye düşündürmedi değil hani. Günün kalanında da soruları cevaplıyorlarmış.

Kendi kendime plan yaptım, yol bir saat sürüyor, yeterince erken çıkarsam trafik olmaz, ha birde park yeri bulmaya çalışıcam tabi. Sabah 7.30'da çıktım yola, Brüksel'e varmama az bir süre kala trafik sıkışmaya başladı. Daha önce duymuştum, Brüksel'de trafik korkunç oluyor diye. Ama tabi daha önce haftaiçi işim olmadığı için canlandıramadım aklımda. Ama zaten gerek kalmadı canlandırmaya, canlı canlı yaşayarak öğrendim ben o trafiği. Allah'ım bilgisayar oyunu gibiydi. Konsolosluğa ulaştığımda epey bir level atlamıştım. Tabi parketmek ayrı bir olay oldu. Park yeri bulmaya çalışırken konsolosluktan biraz uzaklaştım, ama park yeri buldum. Keyifle parkettim, camıma tıklayan bir bayan tatlı tatlı birşeyler anlatıyordu ama ben yine anlamıyordu. Hala Fransızcayı anlayabilmek adına umudum ve burada geçireceğim 6 ayım var. Sonra anladımki arabasına çok yakın parketmişim ve çıkamayacağını anlatmaya çalışıyor. Burada biraz ferah parkediyorlar, biraz sıkaşalım bi araba daha parkeder belki gibi düşünce hiç yok. Neyse, ben de kadıncağızın içini ferahlattım, o işine mutlu gitti ben de konsolosluğuma.

Konsolosluğumuza ulaştığımda saat 08.50 idi. Daha açılmamıştır ama ben yinede kapıyı çalayım dedim. Biri diafondan "kapı açık" dedi. Ne güzel dedim içimden, çabuk sıra gelir. İçeri bir girdimki sıra almış başını gitmiş. Neyse ben de bir sıra aldım ve beklemeye başladım. Beklerken Konsolosluğumuzun müşteri profilini biraz seyrettim ve günün kalanında neden soru cevapladıklarını, daha da önemlisi buna neden yarım gün ayırdıklarını anladım. Bakınca anlaşılıyor.

Sıra bana geldi, yapacağım işlem için görevliye gittim ve işlemim hemen bitiverdi. Neden sıra bana gelene kadar insanların işlemleri uzun sürerde, benim işlemim hemen biter? Murphy hep benimle mi geziyor? Yapacağım işi bitirdikten sonra mutlu mutlu konsolosluktan ayrıldım.

Tekrar trafiğime geri döndüm. Brüksel'den çıkabilmek, Brüksel'den çıktığımda eve gitmekle aynı süreyi aldı. Tren teknolojisini kullanmak gerekir diye düşünüyorum artık.

Amaan aman Brüksel'den uzak durun, haftasonu hariç :)

27 Mayıs 2011 Cuma

KABUS GİBİ BİR GÜNÜN ARDINDAN

Sanırım bugün normal bir gün, çok emin olamıyorum ama dünden daha iyi olduğuna eminim.

Dün aslında güzel bir başlangıç yapmıştım. Kalktım, kahvaltı ettim, hazırlandım, hatta Fransızca dersine gideceğim için mutluydum. Aslında işaret buradaydı sanırım ve ben anlamadım. Aşağıda Çiğdem'le buluştuk, bu sabah bizim arabayla gidelim dedi ve bende tamam dedim. Herşey hala çok güzel. Language Center'a vardık, parkettik. Çiğdem arabadan eşyalarını toplarken ben indim, o ne, araba kayıyor. Çiğdem el frenini çektiği halde araba kayıyordu. Biliyorumki arabanın el freni biraz fazla sert ve Çiğdem'in bileği yaşadığı sakatlıktan dolayı henüz güçlü olmadığı için çekerken zorlanıyor. Dur ben yardım edeyim dedim veeeeee...... İşte an itibariyle kabus dolu bir gün başlamış oldu benim için. El freni elimde kaldı!!! Nasıl yaaa, nasıl? Şaka mı bu şeklindeki bakışlarımı toparlamaya çalışırken, bir Alfa Romeo'nun el frenini kullanılmaz hale getirmenin de dayanılmaz sıkıntısını yaşamaya başladım.


Aslında ben kendisini kullanılmaz hale getirdiğimde bu kadar kötü durmuyordu el freni. En azından inip kalkabiliyordu. Arabayı Şener Abi'ye teslim ettikten sonra Şener Abi de biraz kurcalamış olacak ki, el freni artık hiç inmiyordu. Fotoğrafta gördüğünüz şekilde son derece mağrur ve gururlu bir şekilde öyle dimdik duruyordu kendisi.

SHAPE'in içindeki oto tamircisi iki hafta sonraya gün verince, o zaman diğerine soralım olmadı servise gidelim dedik. Diğeri Auto Skills Center oluyor bu arada. Öğleden sonra için randevu alındı, biz bu arada Çiğdem'le evlerimize dağıldık ve öğleden sonra buluşuruz dedik. Ben de bu zamanı değerlendirip yemek yapayım hem detelini kopardığımı düşündüğüm el freninin şokunu üzerimden atayım dedim. Yemeğimi hazırladım, çıktık Auto Skills Center'a gittik, arabayı bıraktık teşhis konulabilsin diye. Bizde bu arada gezinelim kafamız dağılsın dedik. Aslında kafam ne kadar dağınıkmış ama ben farkında değilmişim. Akşam saat 6 gibi eve döndük.

Apartmanın girişinde değişik bir koku var. Mangalda et gibi kokuyor ama gereğinden fazla ateş üzerinde kalmış gibi. Alt komşumuz bir Fransız, çocuklarına yine et yapıyor dedik hatta birazda yakmış şeklinde yorum bile yaptık. Ancak bizim kata çıkınca koku daha da arttı. Dedim inşallah bu koku bizden gelmiyordur. Ancak kapıyı açınca içerideki dumandan acı gerçeği anladım :( Kapattığımı düşündüğüm ocağı kapatmadan çıkmışım. Allah'tan elektrikli ocak bir süre sonra kendini kapamış ama bu hale gelmesine engel olamamış. Her zaman kapıya koşarak gelen kediciklerim dumandan salaklamışlar ve korkmuşlar. Neyse, camları açtık, tencereyi attık ama tabi koku hemen çıkmıyor. Şu an ev közlenmiş patlıcan gibi kokuyor, kötü değil yani :) Böylelikle, yemek yapmaya başladığımdan bugüne hiç yaşamadığım bu tecrübeyi de yaşamış oldum.

Gün boyunca toplanan bulutlar gün sonunda benim kabusumun bitmesini temsilen sağlam bir yağmur bıraktılar. (Umarım bu kabus bitmiştir) Ve dün için gördüğüm ve yaşadığım en güwel şeyi görmemi sağladılar. Gökkuşağı. Süperdi!



23 Mayıs 2011 Pazartesi

HAMARAT AYŞENUR BİZİM MUTFAKTA

Başlıktanda anlayacağınız üzere bu haftasonu Ayşenur bize evci çıktı. :) Aslında kendiside evde kalıyor, yurtta kaldığı düşünülmesin yani.

Hangi trene bineceğini öğrenmek için aradım, öğrendim hatta nasıl yemekler yemek istediğini de öğrendim :)))) Çocuğun içi kurumuş konserve çorbadan, çikolata ve cipsten. Bu haftasonu ne yapsak diye düşünürken ben Ayşenur "hocam Reyhan Market'e gidebilir miyiz?" diye sordu :)))  Karşıkonulamaz acı gerçek kapısına gelip dayanmıştı. Reyhan Market gerçeği. Türkiye'de nasıl Nihat Doğan gerçeği varsa burada da Reyhan Market gerçeği var. Birde Ulaş Market var ama gidince insanın alışveriş yapası gelmiyor. Oysa Reyhan öyle mi, bir albenisi var.

 Cumartesi günkü programımızı (kısmen) Ayşenur'un gereksinimleri doğrultusunda belirledik. Önce Mons Decathlon, sonra Reyhan Market'e gittik. Sonrada koşa koşa eve geldik sınav haberlerini alabilmek için. Başladı mı, bitti mi, dan sınavı nasıl oldu, ayılan bayılan oldu mu? Ya da bir zamanlar kyu sınavının birinde çok sevgili öğrencilerimizden biri sorulan soruya "ama bana bunu geçen sınavda sordunuz, sanırım yanlış soruyorsunuz" demişti ukeme ve sınavın akışını değiştirmişti, yine öyle birşey olmuş muydu? Neyseki herşey yolunda gitmiş, hatta sürpriz sanatçılar bile varmış sınavda. Eeee boşuna "Herkes İçin Aikido" demedik. Sizin için Aikido, bizim için Aikido, onlar için Aikido.... Sınavın yapıldığı sıralarda biz de Ayşanur'la arka bahçemizin arkasındaki küçük ağaçlıkta birazcık antrenman yaptık. Can bu çekiyor işte... 1,5 saat hevesimizi aldıktan sonra eve gelip yemeğimizi yapıp yedik. Ve sonraaaaa Ayşenur bize sangria yaptı.

Cam sürahi olsa iyi olurmuş ama bizde ne yazık ki yoktu, kepçe ile bardaklara doldurarak içtik. Bardak dediysem yarım litrelik koca bira kupaları. Burada şunu belirtmek istiyorum o kasede 2lt sangria var, kaseyi alıp  üst komşumuza çıkıp hep beraber içtik.  Tabi o kadar sangria kasede durduğu gibi durmuyor. İçince Reyhan Market'ten alınmış Aytaç sucuğun üzerinde yazan "halal" kelimesine "eee parasını verdim tabi helal olacak" yorumunu yaptırıyor :)))))) 

Ayşenur'un hamaratlığı sadece sangria ile kalmadı. Pazar sabah kalvaltımız için annelerimizin poğaçaları tadında küçük, şirin, cincirik ekmekler yaptı. 

 Gerek hamur paketinin açılmasında, gerekse küçük ponçik ekmek hamurlarının tepsiye dizilmesi sırasında çok yoruldu. Ama emeğinin karşılığını alacağı içinde çok mutluydu Ayşenurcuk. Zaten aşağıdaki fotoğrafta mutluluğun nasıl yüzüne yansıdığını sizde görüyorsunuz değil mi? Ben Ayşenur'un bu fotoğrafını www.herkesicinaikid/forum sayfasına koymayı düşündüm ancak sonra farkettimki ne Ayşenur'un elinde hamur var, un var ne de bakışları buna uygun. O yüzden yalnızca blogumda yayınlamaya karar verdim.

mutlu Ayşenur ve küçük ekmekleri

 Güzel ve mutlu geçen bir kahvaltının ardından Waterloo'da her pazar kurulan brocante'a gittik. Aylar sonra kendimi boydan görebilceğim bir ayna edindim, Ayşenurcuk'da güzel, cici bardaklar aldı kendine.

Sonra Ayşenur'un 18.28 trenine binmesiyle bu masalda burada bitti.

MY BIG FAT GREEK WEDDING VOL. 2

Damo'yu hatırladık mı? Hani şu doğumgününe gittiğimiz sevgili Yunan arkadaşımız. Biz Damo ve ailesi ile bir bölüm daha çektik bu geçen zaman zarfında. Yazmak konusundaki tembelliğime ben bile inanamıyorum.

Her neyse, Damo, anne ve babası bir akşam yemeğine bize geldiler. Tabi bu yemek öncesi ben bi gerildim. Malum baklava bizim, döner bizim diyen memleketin insanları akşam yemeğine geliyorlar. Yapacağım yemeklere "bunlar Yunan mutfağının" derlerse tencereyi kafalarına geçiririm endişesi içerisindeydim. Burada karabasan gibi üzerime çöken hamaratlık nedeniyle bir gün öncesinde yaprakları sarmaya başladım.  Evet evet yanlış okumadınız yaprak sarması yazdım. Ben böyle yemekler de yapabiliyorum. :) Efenim devam edelim, yaprak sarması akabinde mercimek çorbası, fırında patlıcan oturtma ve kısırdan oluşan menümle Yunan dostlarımıza masayı hazırladım. Bir an kendimi "Yemekteyiz" programında hissettim. (Programın adı bu muydu? Hani bir grup garip insan beraber yemek yiyorlar, ay çok güzel olmuş deyip kapıdan çıkarçıkmaz atıp tutuyorlar)

Misafirlerimiz geldiler ve biz yemeğe geldik açız deyip masaya geçtiler. Tabi bu noktada başladık o ne? neden yapılıyor? bu ne? nasıl yapılıyor sorularına. Kırmızı mercimek bilmiyorlarmış, yeşil mercimek yemeğini yapıyorlarmış. Kısır hiç yememişler, Damo'nun babası bayıldı kısıra. Umarım gece rahat uyuyabilmiştir zira koca kase kısırın yarısını tek başına yedi. Patlıcan oturmayı yapıyorlar ancak beşamel soslu yapıyorlarmış. Denenebilir, bayılırım beşamel sosa. Veee yaprak sarması. Sarmaki. Damo'nun annesi bu noktada olaya dahil oldu. Bir dahaki sefere kekik de kullanmamı önerdi. Onlar yaprak sarmada kekik de kullanıyorlarmış, denemekten zarar gelmez. Tabi yemek sırasında portakal suyu içilmedi, aslan sütü dururken portakal suyu mu içilir. :)) Oooh yarasın!!

Eh yemek ziyareti kısa olur, yedik - içtik sonrada hadi sağlıcakla dedik...

γεια (gia)

15 Mayıs 2011 Pazar

EKİP ÜYESİ

yazyazyazbirkenara.blogspot.com adresinde bir yazıya yorum yapmak istedim ancak ekip üyesi olanlar yorum yapabilirmiş. sadece izleyici olmak yetmiyor zannımca :S

KING TUT YA DA TUTANKHAMUN

Mısır en çok görmek istediğim yerlerden biri. Umarım birgün fırsatım olur görmek için. 20 Nisan'da Brüksel Expo'da Tutankhamun'un Hazinesi ve Mezarı'nın sergisi açıldı. Ve yanılmıyorsam 6 Kasım'a kadar da açık kalacak.

Sergilenen eşyalar ve mumya tabiki orjinalinin harika birer kopyası. Seçkin'in dediğine göre Mısır'dakinden çok daha iyi sergilenmiş burada. Sunum gerçekten çok güzeldi. Biletinizi alıp girdiğinizde size bir adet audioguide veriyorlar. Bununla dinlemek istediklerinizin numarasını girip dinliyorsunuz. 


İlk lobi genel olarak fotoğraflardan oluşmuş bir bölüm, Rosetta taşı ve tabi birde Tutankhamun'un bir heykeli var. Arkeologlar heykeli buldukları zaman kim olduğunu anlayamamışlar, Allah'tan Mısırlılar ileri görüşlü insanlarmış ki heykelin arkasına kim olduğunu yazmışlar. Rosetta taşı ise hiyeroglif yazısını çözülmesindeki temel taş. Bu taş üzerinde 3 dilde yazılmış bir yazı var ve Hiyeroglif dışında yazılmış diğer iki dilden bir tanesinin daha önce tamamen çözülmesi sayesinde Hiyeroglif çözülebilmiş.













Buradan sonra ikinci bölümde mezarda bulunan eşyalar ve hikayeleri anlatılmaya başlanıyor. Sonra mezarının hikayesini dinliyorsunuz. Mezarı hayli ilginç. Mumyanın bulunduğu tatmamı altın mezar, taş bir kutunun içinden çıkmış. Taş kutu altın kaplamalı bir kutu içinden çıkmış. O kutu başka bir kutudan, o başka kutu da başka bir kutudan. Kutu kutu içinde yani.

Mumyanın içinde durduğu altın kutu ve
taş mezar
Kutu kutu içinde 

Gördüğüm herşey çok etkileyiciydi.
Eşyalar hiç zarar görmeden ve eksiksiz çıkarılmış, Kahire Müzesine götürülmiş. Eksiksiz çıkması önemli çünkü mezar hırsızları bir çoğunun mezarını soyup soğana çevrilmiş.



Tutankhamun, mezarı ve eşyaları eksiksiz bulunan tek firavun. Bu, kendisini günümüzde önemli kılan sebeplerden biri. Kendisinin çocuk yaşta ülkenin başına geçmesi, onun ülkeyi yönettiği çok kısa dönemde ülke en güçlü dönemlerinden birini yaşamış. Babası IV. Amenotep tarihteki ilk tek tanrılı Aton dinini kurmuş ve Mısır'daki tanrıları tek tanrıda birleştirmiş. Asıl ismi Tutankhatun iken tekrar çok tanrılı dini getirmiş ve  adını Tutankhamun (tanrı Amun'un yaşayan temsilcisi) olarak değiştirmiş. Yarı kızkardeşiyle evlenmiş ve ölü doğmuş iki çocuğu olmuş.


Çocuklarının mumyaları. Bunlarda
iç içe çıkmış.


Kendisi de 19 yaşında ölmüş. Ölüm sebebi ise bacaklarındaki kırıklar nedeniyle mikrop kapması.

Bu yazı biraz fazla -miş'li, -muş'lu oldu ama asıl amacım size Tutankhamun hakkında bilgi vermek değil. Merak ediyorsanız wikipedia diye birşey var. Sergiden haberdar olun istedim.

Buralara kadar gelirseniz ben bu sergiye gitmenizi öneririm. Serginin yeri (Expo diye yazdım ama açık adres lazım olursa bakarsınız) ve ücretlerini  www.kingtutbrussels.be  sayfasından öğrenebilirsiniz.





Nİ - DO

Benim adım Nihat Doğan,
Yediğim pekmez,
Gittiğim Antep,
Duvarda resmim,
Alemde ismim var.

Dedi az önce Dominik sahillerinde camış gibi kumlarda yatarken.
Yani ne demek istedi?

MONS BİRA FESTİVALİ

Şu ana kadar gittiğim bira festivallerinden farklı bir bira festivaliydi. Girişte bardak almak, sonra jeton alıp 3 - 5 bira denemek gibi aktiviteler yoktu. Bira üreticileri (çoğunlukla en çok bilinenler), stand açmışlar ve normal satış yapıyorlardı. Şehir meydanında, küçük bir barlar sokağı yapmışlar.











Sevdiğimiz biralardan birini seçip -Delirium'u seçtik- etrafı seyrederek afiyetle içtik.

Soldan sağa şişeler :) Delirium Tremens, Delirium Guillotine (giyotin yani),  Delirium Nocturnum

Bu arada festival alanı içerisinde "Sud Radio"nun sponsor olduğu birde konser vardı. Goonsquad isimli grubun " Cover Stones and Bowie" konseri. Konser başlayana kadar ortada gezen küçük bir müzik grubu daha vardı.


Yaptıkları güzel müzikle ortama renk katan bu grubun çokda  eğlenceli üyeleri vardı. Oturduğumuz masanın hemen önünde hem çalıp hem biralarını yudumlayıp hem de etrafla sohbet ediyorlardı. Ben de nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde sohbete dahil oldum. Önce Seçkin'le konuşmaya çalıştı grubun amca olanı, biz ısrarla Fransızca anlamadığımız konusunda amcayı ikna etmeye çalıştık. Amca bu sefer İtalyanca konuşmaya başladı. Yanındakilerden bir tanesi de bizimle konuşmaya çalışınca amca diğerini İtalyanca konuşması konusunda uyardı, çünkü biz amcaya göre İtalyanca anlıyorduk. Ben içinde bulunduğumuz bu anlaşabiliyormuş görüntülü anlaşamama haline kahkahalarla gülmeye başlayınca, amca bu sefer üst çenesindeki dişlerin olmadığını benimkilerin ne kadar iyi durduğunu -ki ben dişlerimi beğenmem, iki numara büyük göründüğünü düşünürüm- el, kol hareketleriyle anlatmaya başladı. Diğer grup üyelerine söyledi, hepsi benim ağzıma bakmaya başladılar, gülemez oldum :) Sonra beraber bir fotoğraf çektirdik ve onlar başka bir standına gittiler.

Mama mia!!!

13 Mayıs 2011 Cuma

CHATEAU DE BELOEIL (BELOEİL ŞATOSU)


Belçika'nın en ünlü şatosu. Fransa'daki Versailles Şatosu'nun Belçika versiyonu olduğu söyleniyor ama Versailles'ın fotoğraflarına bakarsanız biraz yandan yemişi gibi göründüğünü farkedersiniz.

13. yüzyıldan bu yana Ligne prenslerinin yaşadığı şato olarak biliniyor. Her yıl nisan, mayıs, haziran ve ağustos aylarında ziyarete açılıyor. 25 ha bir arazi üzerinde yeralıyor. İsterseniz yalnızca şatoyu ya da bahçelerini gezebilirsiniz. Hepsini göreyim bir kerede bitsin diyorsanız 8€, yalnızca bahçeleri göreyim şato içimi karartır diyorsanız da 4€ verip dolaşmaya başlıyorsunuz.

Ben yine hayal kırıklığı yaşadım. Daha görkemli birşey bekliyordum sanırım, beklentiyi yüksek tutmamak lazım. Şatoyu gezmeye gittiğimizde bir hafta önce açılmış bir çiçek sergisinin de son günüydü. Her taraf çürümekte olan çiçeklerin kokusuyla dolmuştu belki ondan ben bu şatoyu pek beğenmedim. Zaten eşyalar çok şatafatlıydı birde o pis kokan koca koca çiçekleri doldurmuşlar odalara, iyice iç karartıcı olmuştu. Daha sakin bir zamanda gidilse belki böyle olmazdı.

Ancak Beloeil Şatosu'nun kütüphanesi çok güzeldi. 20.000'den fazla kitap -ki bunların bazıları neredeyse bulunmayan kitaplarmış-, 3500'den fazla da el yazması mektup bulunmaktaymış. Aşağıda gördüğünüz kütüphane benim en çok sevdiğim bölümü oldu kütüphanenin.


Fotoğrafta masanın karşısında sol köşedeki kapıdan çıkınca yağlı boya tabloların bulunduğu bir koridora çıkıyorsunuz. Buradaki tablolar arasında bana bir tanesi çok tanıdık geldi, size de gelecektir diye tahmin ediyorum. Hatta tarihe " ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" diyerek imzasını atmış. :)


Neyse, bu koridordan sonra bir salondan geçtik başka bir salona geldik falan falan. Ama bir vitrin vardıki kütüphaneden sonra ilgimi çeken diğer bölüm şatodaki.


Vitrinde sol alt köşede "savaşta esir edilen Osmanlı Sultanı'nın üzerinden çıkanlar" yazıyor. Sinir bozucu ama ilgi çekiyor. 

Şatonun tamamını gezemiyorsunuz. Ziyaretçiler için açılmış salonları ve odaları gezdikten sonra bahçelere çıkıyorsunuz. İsterseniz yürüyerek gezebilirsiniz, isterseniz 2€ verip traktöre takılmış römorklarla yapılmış trenimsi şeyle gezebilirsiniz. 

Bahçeye çıktığımda aklıma gelen ilk şey, 1600 - 1700 lerde konusu kimin eli kimin neresinde belli olmayan, bahçede oynaşan asilzadelerin anlatıldığı Fransız filmleri oldu. Ama hakkını yememek lazım bahçeler gerçekten güzeldi. 

Şatonun etrafı Keukenhof'daki (Lale Bahçeleri) gibi kanallarla çevrili. Ben bi şu bahçeye zıplayıp bakayım diyemiyorsunuz. Paşa paşa kapıdan giriyorsunuz :) Kanallarda eceliyle ölmeyi bekleyen tosuncuk balılar da var. İşte böyle...

Anlatırken biraz daha hoş gözüktü gözüme.

10 Mayıs 2011 Salı

EV VAR EVCİK VAR

Malumunuz Fransızca kursuna gidiyorum. Artık ufak ufak cümle kurabiliyorum (zahmet edip kelime ezberlersem o da). Kurstaki arkadaşlarım oldukça eğlenceli ve hoş insanlar. B iraz sayımız azalsa da yine ittire kaktıra devam ediyoruz kursa. Sınıf arkadaşlarımdan biri Pam. Amerikalı, fizyoterapist, sürekli spor yapma modunda, güleç yüzlü bir insan kendisi.

Geçenlerde dersteki konumuz bahçe ve tamirat malzemeleri idi. Neden bunu öürendiğimiz anlamış değilim ama maksat muhabbet işte. Dağıtılan fotokopide resimler var ve bizim bu resimlere bakarak nesnenin fransızca ismini söylememiz bekleniyor. Aramızda en iyi Pam çıktı bu malzemelerde. Hoca şakayla karışık, hafif dalga geçerek Pam'e "ooo tamir işlerinde uzmanız herhalde hehehehe" dedi. Pam ise gayet alçak gönüllü bir şekilde "bizim şato sürekli inşaat halinde" deyince hepimiz Pam'e bakakaldık. Hoca bunun bir karışıklık olduğunu düşündü ama Pam şatoda oturduğunu yineledi. 1782'de yapılmış bir şatoda mülk sahibi ile birlikte kalıyorlarmış. Oha dedim yaaaa, oha. Bizde evde oturuyoruz diyoruz kendimizinkine...

MY BIG FAT GREEK WEDDING VOL. 1

Bu filmi biliyor musunuz bilmiyorum ama geçenlerde bir akşam bu filmin setinde gibi hissettim kendimi. Seçkin'in işyerinden arkadaşı Damo (Damianos - adından anlaşıldığı üzere kendisi Yunan)'un doğum günüydü ve bizde partisine gittik. Damo'nun annesi ve babası da gelmişler. Tanıştık ve amca bildiği bütün Türkçe kelimeleri kullanabileceği cümleler kurmaya başladı. Cümle dediysem "Ali topu tut" tarzında cümleler.


Damo'nun annesi hzırladığı yemekleri masaya getirmeye başladığında ne kadar da aynı olduğumuzu bir kere daha farkettim. Cacık, peynirli ve ıspanaklı börek, köfte, sebzeli pilav, fırında tavuk ve mangalda et.
Tüm bunların yanında çok güzel uzo vardı, e bende iki tane yuvarlamayı ihmal etmedim.

Fotoğrafta arkada oturan amca Damo'nun babası. Aslında Trabzon'dan göçmüşler Yunanistan'a ve öğrendimki Atatürk'ün Selanik'teki evinin iki yanındaki evde yaşıyorlarmış. Gün gelip gidecek olursanız evi bulmanız kolay olur arkadaşlar :)

Bir arkadaşımın Yunanlılar için şöyle bir yorumu vardı. Kendilerini İtalyan sanan Türkler demişti. Katılıyorum kendisine...

7 Mayıs 2011 Cumartesi

CANOLA TARLALARI

Her yerde gördüğüm sarı çiçek tarlalarına geçen haftaya kadar anlam verememiştim. Neden bu sarı çi,çek bu kadar önemli diye düşünüp duruyordum. Hatta hatırladığım kadarıyla Ayşenur'la bu çiçekler için parfüm için kullanıldıkları yorumunu yapmıştık uçurtma festivaline giderken.











Fransa, Almanya ve Belçika (Fransa ve Almanya kadar değil) bu tarlalarla dolu. Arkadaşlarla konuşurken öğrendimki bu sarı çiçek tarlaları aslında kanola tarlalarıymış. Kanola ne? Kolza bitkisinin genetiğinin değiştirilmesi elde edilmiş bir bitki türü. Biodizel ve kanola yağı yapımında kullanılıyor.
Artık merak etmiyorum.

RHEINFALL - THE RHINE FALLS - REN ŞELALESİ (İSVİÇRE)

 Geçen haftasonu gittiğim bu yeri ancak yazabiliyorum. Aferin bana.
Bu doğa harikası yere ulaşım bizim için çok kolay oldu, çünkü gittiğimiz Pfulendorf köyüne yarım saatlik mesafede. Ancak İsviçre sınırından geçerken otobanı kullanabilmek için 30€ bayılıp pul almanız gerekiyor. Pulu almak yetmiyor, ön caşda uygun görülmüş yerlerden birine yapıştırmanız gerekiyor. Yapıştırmazsanız da geçerli sayılmıyor ve bir daha pul almanız gerekiyor. Geçerliliği 1 yıl. Yani pulu alıp, ben buna 30€ verdim deyip suyunu çıkarana kadar İsviçre'ye girip çıkabilirsiniz :)

Ren (Rhein) nehrini çoğumuz duymuşuzdur sanırım. İsviçre Alplerinden doğup (başka bir yerin Alp'i var mı? bilen varsa bana yazsın lütfen), 1230 km yol katedip Rotterdam'dan denize dökülüyor. Daha önce Rotterdam'dan geçerken denizin girinti yaptığını düşündüğüm "şey" aslında Ren Nehriymiş :) Zahmet edip bi harita açıp baksaydım da görebilirdim sanırım ama böyle öğrenmek de keyifli. 

Rheinfall, İsviçre'nin Schaffhausen şehrinin Neuhausen bilgesinde bulunuyor. Su 25m.'den, saniyede 207.870 litre dökülüyor (bu mevsimde). Suyun çağıl çağıl döküldüğü bu yere turistik tesis yapmışlar. Rheinfall'a iki noktadan girip dolaşabiliyorsunuz. Girişlerden birindeki otopark ücretli, diğeri ücretsiz. Tabiki navigasyon cihazımız bizi paralı otoparka götürdü. Otopark parası vermeye ne kadar bayıldığımızı biliyor kendisi... Günün sonuna kadar bu bize çok normal geldi. Rheinfall'a giriş ücretsiz. Yürümek için uzun ve güzel bir parkuru var. Suyun çağıldadığı yerde, yakından bakayım derseniz bilet alıp balkonlara iniyorsunuz. 3-5€ civarında birşey ödüyorsunuz bilete. Suyun o coşkun akışını görmek sizi kesmediyse, bi de ben suyun ortasındaki kayalara çıkayım, akıntıya kapılayım derseniz o da var. Gün boyunca suyun etrafında dolandığım için Rhein artık beynimde çağıldamaya başlamıştı. Bu sebepten o güzel, iki kaya parçasına uzaktan bakmayı tercih ettim ben. Güney Almanya tarafına giderseniz bir o bahsettiğim kanatçıya (Jilmensee'de - İlmenzi diye okunuyormuş- olduğunu öğrendim), bir de Rheinfall'a gitmenizi ısrarla öneririm. 

Gittiğim yerlerden mutlaka hatıra birşeyler alırım, magnet ve kupa özellikle. Bizim girdiğimiz kapıda ve biraz daha ilerisinde hediyelik eşya satan iki dükkan vardı. Baktık fahiş fiyattan satıyorlar, dedik ki şehir merkezine iner oradan alırız. Bu arada dolaşırken ikinci girişi ve oradaki dükkanı da gördük. Turumuzu tamamladıktan sonra şehir merkezine gitmek üzere yola çıktık. 


Veee tanıdık bir isim gördük. Migros. Migros'un bulunduğu yer meğer Neuhausen'in merkeziymiş. Köy kahvesini andıran birkaç cafeden başka hiçbir yer yoktu. Bu arada hava hızla kapamaya başladı ve her an yağdı yağacak. O zaman dedik diğer kapıya gidelim, oradan alalım. Gittik, sağolsunlar orasıda fahiş fiyatla satıyor ama ilk gördüğüm yerdeki kadar güzel değiller. Çıktık ilk gittiğimiz kapıya gidelim dedik. Kapılar arası bir gidiş - geliş sözkonusu. Yolda bir sağanak başladı ama tarifi mümkün olmayan bir sağanak. Yine aynı nokataya döndük. Bir magnet bile alamamış olmanın verdiği bir sıkıntı ile o yağmurda koşarak ilk dükkana gittik ama kapanmış. İçeride hesap kitap yapılıyor. Kapıyı açmamakta ısrarlılar. Koşarak diğer dükkana gittik, tam kapanıyorduki biz içeri daldık. Neyseki bir magnet ve kupam oldu. Arabaya döndüğümüzde sudan çıkmış sıçan şeklindeydik. Bundan çıkan sonuç ne? (aslında ben bu sonucu daha önce çıkarmıştım başka mekanlarda ama demekki yeterince anlamamışım) Bir şey görüp beğendiyesen alacaksın. Öyle bizim gibi cinlik yapmaya kalkmayacaksın.

Hoşça kalın cicilerim!!

3 Mayıs 2011 Salı

PFULLENDORF

Almanya'nın güneyinde, Sigmaringen bölgesinde küçük bir köy. Bu şirin köye ulaşabilmek için 12 saatlik bir yol çekmek zorunda kaldık. Aslında yol yaklaşık 6 saat sürüyor. Ama biz, arada Kaiserslautern'e uğradık. Köye ulaşmaya 60 km kala Sigmaringen yolunu kapadıkları için trafikde epeyce beklemek zorunda kaldık.

Neden Pfullendorf diye merak edecek olursanız eğer, kanka ziyarti sebebiyle gittik. Yoksa Unesco dünya mirası listesinde olduğu için değil. Köyün civarı çok güzel, aslında Almanya güzel ülke. Her yer yemyeşil.
Pfullendorf aslında tarihi bir köymüş, tarihi 1200'lere dayanıyormuş. Fakat ben bunlara dair bir şey görmedim, duymadım.

Geldiğimiz akşam yan köye yemek yemeye gittik. Bizimkiler bu köyün konusu her açıldığında bir kanatçıdan bahsediyorlardı. İşte fırsat! Kanatçıya gittik tabiki. Sıkça bahsi geçen kanattan sipariş ettik. Yandaki fotoğrafta görülen tabak tek kişi için hazırlanmış. Alman insanı bu tabağı bitirebiliyor, biz dört kişi iki tabak sipariş ettik. Patatesleri bitiremeden ayrıldığım için çok üzgünüm. Neyse belki bir dahaki sefere... Zaten bir dahaki sefer olursa eğer, bu kanatçının adresini alıp bu bloga yazmayı düşünüyorum. Olur da Almanya'ya gelirseniz, hele bir de güneyinde iseniz bu kanatçıya mutlaka gidin derim.

Pfullendorf'a çok yakın Überlingen diye küçük bir şehir var. Bu şehri önemli kılan şey, Lake Constance veya Almanların deyimiyle Bodensee'ye sahilinin olması. Bodensee ise ucu bucağı görünmeyen kocamaaaan bir göl. İnsanlar denizmiş gibi yapıp mutlu oluyorlar. Ayrıca bu göle İsviçre ve Avusturya'nın da sahili var. Rhein nehri bir ucundan giriyor, diğer ucundan çıkıp İsviçre'den yoluna devam ediyor. Sahilde oturup, yağmur altında dondurmamızı yedikten sonra ( Almanların dondurma konusunda da kendilerini aştıklarını düşünüyorum) şehirde kümük bir tur attık. İşte Almanların heykel sanatına yaklaşımlarını burada öğrendim. Sahile yakın bir meydanda bulunan bu heykelin denizden çıkan canlıları temsil etmediğini düşünüyorum. Denizkızı dediğimiz şeyi ben hep çok güzel ve estetik birşey olarak düşündüm (ve düşünmek istiyorum). Ama bu heykeldeki deniz gudubetleri, benim denizkızı anlayışıma çok uzak.



Überlingen'den sonra Pfullendorf ahalisinin gitmekten keyf aldığı Seepark'a gittik. Seepark girişinde yine Alman heykel sanatının güzel bir örneği sizi karşılıyor. Sağ yanda gördüğünüz fotoğraf heykel grubunun tamamı. Sol yandaki ise en tepedeki heykel. Şimdi, aynı denizkızında olduğu gibi, kelebek hayvanı da gayet güzel, zarif bir hayvandır benim bildiğim. Ama bu heykele baktığımda ise sanatçının bu kelebek hayvanı ile bir sıkıntısı olduğunu düşünüyorum. Oturan amca ve diğer küçük heykelleri konuşmaya bile gerek yok. Bu karşılaşmanın ardından çocuklar için hazırlanmış bir oyun parkı karşınıza çıkıyor. Çocuklar burada yalın ayak başı kabak suyun içinde oynuyorlar. Biz bu havada hasta olurken tabiki onlara birşey olmuyor. Neyle besliyorlarsa o çocukları...


 Biraz daha ileride karşınıza göl çıkıyor. Evet burada da göl var. Ama Bodensee gibi büyük değil, etrafında yürüyerek bir tur attığınızda 45 dakika falan sürüyor. Göl kenarında su kayağı için tesis kurulmuş. Ve anladığım kadarıyla bütün yazı bu gölün kenarında, kayarak ve güneşlenerek geçiriyorlar.


Tesiste güzel, temiz bir restoran var. Ama yemek seçeneği çok yok. Sanırım orada gidecek en güzel şey bira ve patates. 


Günün noktasını Pfullendorf köyünün güzel İtalyan restoranında koyduk. Celentanos'un pizzaları çok güzeldi. Aslında o kadar gezip yorulunca ne olsa güzel olurdu sanırım. Restoranda servis yapan çocuk bizi '' iyi akşamlar hoş geldiniz" diyerek karşıladı. Çocuğun Türk olduğunu düşündüm ancak bizim arkadaşlar kendisinin İtalyan olduğunu söylediler. Türkçe öğrenmeye çalışıyormuş. Sevindim işte nedense... 


Güzel geçen, sabahı güneşli, öğleden sonrası yağmurlu bir gündü...

ÇAKMA AC/DC KONSERİ

 Çakma makma, konserdi, güzeldi, kulağımın pasını aldı. Rock ve metal dinlemeyi seven bir şahsiyet olarak 12 saat süren yolculuğun üzerine çok keyifli oldu doğrusu. Üstelik konser Gögginger diye bir köyde idi. Öyle büyük şehirde, çılgın kalabalık bir konser değildi yani.
Köyün, nükleer felaketten etkilenmiş olduğunu düşündüğüm gençleri ise çılgın kalabalık olmayan bu konserde çılgıncasına eğleniyorlardı. Etrafımdaki - Gögginger köyünden başka yer görmemiş, Big Gunz'dan başka müzik grubu tanımıyorlarmış gibi görünen - gençleri izlemekten konseri doğru dürüst izleyemedim. Allah'ım bu Alman gençliğinin sonu ne olacak diye de düşünmedim değil hani.

Konser boyunca grubun performansını hayranlıkla dinledim, dehşet içinde izledim. Eğer bu konseri, görmeden dinlemiş olsaydım gerçekten bir AC/DC konserinde olduğumu düşünürdüm, o derece iyilerdi. Ama izlerken, bir süre önce derslerine gitmeyi bıraktığım Mösyö Zanotti'nin çığlık çığlığa sahnede şarkı söylediğini zannettiğim bir an bile oldu. Ve konser boyunca adamla her göz göze geldiğimizde aynı hissi yaşamaya devam ettim.

Bir ara sahne şovu olduğunu tahmin ettiğim birşeyler de olmadı değil. Birbirinden güzel (!) ve bir o kadar da estetik hareketleri olan (!) iki abla sahnede ilginç danslarıyla konserdeki görselliği zirveye ulaştırdılar. Sanırım RTL'den emekli olduktan sonra bu grupla çalışmaya başlamışlar. Bu grubun bir internet sitesi var ama boş verin ya da vermeyin google'dan arayın anacım.

auf wiedersehen!!