27 Haziran 2011 Pazartesi

JURBISE BİRA FESTİVALİ

Köyümüzde bir bira festivali. İnanılmaz ama gerçek.

 Zaman zaman posta kutusuna el ilanları atıyorlar "şurada parti var, burada şenlik var" şeklinde. O el ilanlarına baktığımda aklıma hep, o partilerin vampirlerin yaptığı partiler olabileceği geliyor :) Dillerini bilmeyen insanları bu partilere çağırıp sonra da kanlarını emmek nıhahaha.... Normalde o kadar ölü duruyorki Jurbise, parti yapıp eğlenebileceklerine nedense inanamıyorum.

İşte ben daha parti yaptıklarına inanamazken bir ay önce her tarafa ilanlar asıldı. "Jurbise Bira Festivali, Haziran 25 - 26" şeklinde. Hah! dedim bunların yapacağı bira festivalinden ne olacak. Açıkcası pek de önemsemedik. Cumartesi gecesi saat 2 sularında Brüksel'den dönerken festival alanının önünden geçtik. Hatta önünde polis tarafından durdurulduk. Festival alanından çıkanlara yol vermek için. Polisin bu hareketini takdirle karşıladık. Festival alanından çıkan herkesin alkollü olduğunu bildiklerinden, bari en azından trafiği düzenleyelim de kaza az olsun diyerekten gecenin o saatinde yollardaydılar. Ve cumartesi gecesi eğlence saat 3'te bitmiş. Yani bu yörede heryerin saat 6'da kapandığını düşünecek olursak -restoranlar dışında- sabaha karşı 3 Jurbise için olağan üstü bir durum.

Pazar günü öğleden sonra, Leuven'deki evimizde :) kahvaltı ettikten sonra, şu festivale bir bakalım dedik Seçkin'le. Bir gittik ki kocaman bir festival alanı, çoğunlukla bilinen biraların açtığı standlar, konser alanı, piknik alanından oluşan bir organizasyon.

Bütün Jurbise'ten daha fazlasının aktığı bir festival alanı. Civardaki köy, kasaba, şehir, askeri üs, ne varsa hepsi oradaydı sanırım. Çünkü bu kadar insan bizim bu köyden çıkmazdı.

Gittiğimizde konser vardı ve sahnede de Moğollar'la yaşıt bir grup güzel rock şarkılar söylüyorlardı. Vallahi inanılmayacak kadar güzel bir ortam vardı. Biralardan burada değilm başarabilirsem Biralar-3 yazısında bahsetmek istiyorum. Yani yarın ya da çarşamba ben bu yazıyı yazamazsam eğer zaten ta Temmuzun ortasına kalır. Sonrasıda kısmet.


BİR DOUDOU (DUCASSE DE MONS) FESTİVALİNİN ARDINDAN

Doudou Festivali Mons yöresinin en önemli festivali. Adını ilk duyduğumda aklıma güvercin hayvanının ataları gelmişti ama tabiki alakası yokmuş.

Yaklaşık bir hafta boyunca hergün değişik etkinlikler yaptılar. Pazar günü ise (ayın 19'u idi) festivalin en önemli günü idi. Saint George ve ejderin sembolik savaşının olduğu gün. (le combat dit lumeçon) Savaşta yeralan diğer karakterler ise köpek-adamlar ve sarmaşık-adamlar. Köpek adamlar Saint George'a, sarmaşık adamlar ise ejdere yardım ediyorlarmış. Ancak bu savaştan önce, yokuş başındaki Katedrale (Mons'u bilenler yokuş başındaki Katedrali de bilirler:) ) bir sunak çıkarılması gerekiyor. Oldukça ağır olan bu sunak at arabası ile çıkartılmaya çalışılıyor. Eğer atlar çekerek çıkartamazsa halk yardım ediyor, eğer halkın yardımı ile de sunak çıkarılamazsa o senenin kötü geçeceğine inanıyorlar. 1803 Fransız İhtilali, 1914 Birinci Dünya Savaşı ve 1940 İkinci Dünya Savaşı'nın olduğu yıllarda çıkartılamamış.  Bu sene sunak çıkmış olmalı ki kötü bir haber duymadık :)

Ejderle savaş sırasında, ejder kuyruğu ile halka da saldırırmış dolayısıyla beyazlı adamlar dışında halka da bu savaşa dahil oluyormuş. Bu nedenle ejderin kuyruğundan kıl koparabilmek çok önemli. Eğer ejderin kuyruğunda kıl koparabilirseniz sene sizin için de çok iyi geçiyormuş.












Bu olayın yapıldığı gün hava gayet soğuk ve yağışlı idi burada. Bizde Köln'de Dom'u defalarca tavaf etmenin yorgunluğundan kalkıp gidemedik bu savaşa. Pazartesi günü akşamüstü Mons merkeze indiğimizde bir gürültü koptu, bando - mızıka çalmaya başladı ve bir anda yeşil kocaman bişi çıkıverdi karşımıza. O ne?!! Ejder!!!


Kaçırdığım için üzüldüğüm ejderi karşımda görünce çok sevindim. Yeniden bir savaş oldu mu bilmiyorum ama en azından ejderle karşılaşmak güzel oldu. Hayvanın kuyruğu yoluk yoluk olmuş. Ama hala bir miktar kıl vardı ve ejderi taşıyanlardan en sondaki (yani kuyruktaki) etraftakilere kalan kılları dağıtıyordu. Demek ki hayvanın kuyruk kılını savaşmadan güzellikle de alabiliyormuşuz. :))

Bu festivalin anısına tabiki bir sürü ejderli hatıra eşyası vardı çarşıda. Aklınıza gelebilecek herşey. Bu kutlu hafta boyuncada bütün dükkanlarda indirim vardı. Ama almaya değecek birşey var mıydı işte orası tartışılır.

25 Haziran 2011 Cumartesi

SON DERS

Yaa çok acıklı bir başlıkmış gibi görünüyor aslında ama değil.


Sonunda Fransızca kursunun Beginner seviyesini bitirdik. Dün son ders için SHAPE üssünün içindeki dil okuluna gittim son kez. Yani aslında son kez mi bilemiyorum, çünkü Eylül'de açılacak olan kurs için adımı yazdırdım. En azından yıl sonuna kadar devam ederim diye düşünüyorum. Zaten bu arkadaşların bi Christmas tatili başladımı bitmek bilmiyor, dolayısıyla pek de birşey kaçırmıyorum aslında.

Son iki derste Dil Okulu'nun yönetimiyle ilgili sıkıntılar olduğunu öğrendik Isabelle'den. En büyük sıkıntıda 25 senedir koltuğuna köklerini salmış olan yöneticisi. Yeniliklere ve gelişime kapalı olması sıkıntı yaratıyormuş. Hızlandırılmış yaz okuluna müracaat eden insanlara cevap bile verme gereği duymamış. Madem böyle bir kurs var ve buna katılmak isteyen insanlar var neden acaba nezaketen de olsa cevap vermez? Dil Okulu'na bu üssün ihtiyacı var, çünkü bir sürü yabancı aile geliyor ve birçok dil için burada kurs açılıyor. Neyse bu sıkıntılardan bahsetmek istemiyorum.


Fransızca dersine 15 kişi başladık, 4 bay - 11 bayan, en son derste yalnızca 4 kişiydik :) Daha ilk hafta baylardan üçü dersi bıraktı. İki Alman, sınıfın çoğunluğunun bayan olmasına pek tahammül edemedi. Kadının çok olduğu yerde dedikodu da çok olur diye mi düşündüler acep :) Yani aslında haksız değiller ama... Bir İtalyan ise İngilizce bilmediği için bıraktı, elimizde bir Carson kaldı. O da en kısa zamanda bırakır diye düşündük ama gayet azimli çıktı kendisi :) Sınıftaki bayanların hepsi buraya gelmeleri sebebi ile zorunluluktan ev hanımlığı (çok kibar yazdım, kendim bile şaştım) sektörüne geçmişler. Carson da aynı durumdaydı bizimle. Eşinin Belçika'ya tayini çıktığı ve kendisine kadro bulamadıkları için o da evde takılıyor. Bundan yaklaşık bir ay öncede eşini Afganistan'a yolladılar 6 aylığına. Şimdi hem çocuklara bakıyor hem de evin bütün işlerini yapıyor. Zor tabi "domestic engineer" olmak.

Geçen hafta kadromuz biraz daha kalabalıktı. Tanya ve Christina da vardı derste. Bu son hafta Pam, Carson, Çiğdem ve ben kaldık, zaten öylede kapadık kursu.

Son derste neler öğrendik;

- Isabelle keçisine doğum yaptırırken keçinin tepmesi nedeniyle eli sıkışmış. Kırık değilmiş ama morarmaya başlamış ve ağrıyormuş,

- Carson'ın erkek kardeşinin iki koyunu varmış, isimleri lunch ve dinner'mış.

- Pam'in kızı 14 yaşındaymış. Fotoğraf makinesinden fotoğrafları gösterirken 3 tane delikanlıyla olan fotoğrafı gösterip " bu çocuklar da bizim orada yaşıyorlar ve çok şükürki kızıma abi gibi davranıyorlar" :)))))) dedi

- Pam ve Carson Türkiye'ye gelmek istiyorlarmış.

Gördüğünüz gibi son ders son derece verimli geçti. Bizde bunun üzerine Fransızca öğrenmeye devam edelim dedik.


Sevgili Isabelle,

Umarız Eylül'de tekrar buluşuruz. Gerçi biz grup olarak seni yazın da taciz etmeyi planlıyoruz. Bakarsın bize evinde ders vermek istersin :))
Neyse bunları yazın detaylı konuşuruz :)

Au revoir!!!





24 Haziran 2011 Cuma

KOLN'E EKLENTİ

Farkettimki Köln'le ilgili yazarken atladığım bir nokta var. Bunu öbür yazının sonuna ekleyebilirdim ama uğraşmak istemedim.

Şimdi atladığım noktaya gelelim.



Genellikle gittiğim her ülkede Ziraat Bankası bulursam fotoğrafını mutlaka çekiyorum. Sonra bunları ukem Barış'a yollamayı planlıyorum ve fakat bugüne kadar sanırım hiç yollamadım. Unuttum :)
Türkiye'de olduğum zamanlarda genel olarak Ziraat Bankasıyla pek işim olmaz. Dojoyla ilgili yatacak ve yapacak birşey yoksa. Ama yurtdışında Ziraat Bankası görünce sevinç çığlıkları atıyorum. Sanırım Ziraat Bankası görmek, Türkiye'yi görmek gibi oluyor bir an için olsa da. Hemen yanındaki Şekerbank birşey ifade etmedi mesela :)

Köln'le ilgili başka bir yazıda görüşmek üzere!


21 Haziran 2011 Salı

KOLN ( COLOGNE )

Bu seferki gezinti mekanımız Almanya'nın Köln şehri. 

Öncelikle Köln'ün ismiyle başlayalım yazımıza. İtalyanca ve İspanyolca Colonia, Portekizce Côlonia, Katalanca Colònia, Lehçe Kolonia, Türkçe Kolonya (ki farkettiyseniz biz bu ismi pek kullanmıyoruz), İngilizce Cologne... şeklinde böyle sürüp gidiyor. Bunları sıralamamdaki amaç aslında Köln'ün aslında Kolonya diye okunduğuna dikkat çekmekti. Biz Almanca adını kullanıyoruz. İyide yapıyoruz diye düşünüyorum, "haftasonu nerdeydiniz? - Kolonya'ya gittik" demek bana biraz tuhaf geliyor zira. Aslında tuhaf olan birşey yok, yalnızca bizim kolonya dediğimiz şeyin bir şehir ismi olması böyle hissettiriyor bana. Sizin de tahmin ettiğiniz üzere kolonyanın doğdu topraklar burası. "Eau de cologne" (Köln suyu) adıyla ilk kolonya çıkmış.

Her neyse, biz Köln'e geri dönelim. Berlin'den sonra en çok Türk nüfusun bulunduğu şehirmiş Köln. Zaten gezerken size bunu hissettiriyor. Belki abartılı olacak ama sanki memleket benimmişde Almanlar gezmeye gelmişler gibi oldu. Her zaman olduğu gibi yine park yeri arayarak başladık gezimize. Hemen Dom'un dibindeki otoparka koyalım dedik. Arabayı koyduk otoparka, hatta gezmeye başlamadan birşeylerde atıştıralım diye düşündük ve yanımızda getirdiklerimizi yiyelim dedik. Yanımızda da söylemesi ayıp yaprak sarma var :) Sarmasavar ya da sarma canavarı Ayşenur da bizimle, ondan kurtarabildiğimiz birkaç sarmayı yiyebildik. Seçkin, Ayşenur'un bu halini fotoğraflamaya çalışırken Ayşenur kendisine "abi bak göremediysen bi daha yapayım bak şimdi hooop gitti bi sarma daha" diyerek yanaklarını hamster gibi doldurdu. Sarmalar bitti hepimiz rahatladık, gezmeye başladık.

Görülebilecek pek çok yer var aslında ama biz nedense ateş etrafında dönen karıncalar gibi Dom Katedrali'nin etrafından bir türlü ayrılamadık. Ne tarafa gitsek sonuçta hem Dom'un etrafında bir yerde olduğumuzu farkettik. O kadar çekici bir eser Dom sizin anlayacağınız :)) Hazır Dom'dan bahsetmeye başlamışken hemen bir foto atalım buraya.

Gerçekten çok ihtişamlı. Yapımı tam 632 yıl sürmüş (1242 - 1880). 157 metre yüksekliğinde. UNESCO'nun Kültür Mirası listesinde yeralıyor. Etrafındaki ve içindeki kalabalığı tarif etmek zor. Kuzey Avrupa'nın en büyük ibadethanesiymiş. Dom'u görene kadar Paris'teki Notre Dame Katedrali'nin ne kadar büyük olduğunu düşünüyordum ama burayı gördükten sonra düşüncelerimi hızla değiştirdim.

Gotik tarz bana çok kasvetli gelse de etkilenmemek elde değil. İkinci Dünya savaşında bütün şehir neredeyse yok olmuş bir tek Dom kalmış şehirde. 

Dom'un önünde, arkasında, sağında, solunda, içerisinde bir sürü tabela var insanları yönlendirecek. Ve bu tabelalar bir kaç dilde yazılmış, bunlardan bir tanesi de Türkçe. Normal tabi şaşırmamak lazım buna.



Köln'e gelmeden önce nereleri görebileceğimizin bir listesini çıkarmıştık ve listeye göre ikinci sırada NS Dokumentationszentrum - Gestapo Prison vardı. Ve fakat elimizde adres dört döndük bulmak için. Sorduğumuz insanlar bilmediklerini söylediler. Orası olabileceğini umduğumuz bir müze bulduk ama orası da kapalıydı. Artık vazgeçmiş dönerken aradığımız binanın numarasını gördük ve tabiki küçük tabelasını. Bina tadilatta olduğu için dikkatimizi çekmemiş. Tabi yine hevesimiz kursağımızda kaldı çünkü gittiğimizde kapanıyordu. Meğer saat 4'e kadar açıkmış. Eh ne yapalım bir dahaki sefere dedik.  

Buradan sonra sırada Ludzig Museum vardı ama orası bize pek cazip gelmedi.  Hediyelikçileri gezdik bizde. Oradan Ren Nehri'nin kenarında biraz sırtımızı güneşe verip, oturup dinlenip, su akar deli bakar yaptıktan sonra biraz daha gezelim dedik. Şehrin göbeğinde Roma zamanından kalma şehir kalıntıları bulunmuş (Almanca yazanları anlamadığımız için böyle olduğunu düşünüyoruz). Onun kazı çalışmalarını gördük. Çektiğimiz fotoğraflardan birşey anlaşılmadığı için fotoğraf koymadım. 

Eh bir Alman birası içmeden dönmek olmaz dedik, eğlenceli bir meydan bulduk, meydanda güneş gelen bir masa bulup yerleştik. Etraftaki eğlenceli grupların hangi birini anlatayım bilmemki. Akşamki eğlencenin parasını çıkarmak için (tamamen tahmin) aldıkları bir şişe içkiyi shotlarda satan bir kız grubu mu istersiniz, evleneceği için arkadaşları birlikte piyasa araştırması yapan, bunu yaparkende kot-t-shirt üzerine paçavraya dönmüş gelinlik çakması giyeni mi istersiniz, yoksa kaybettiği iddia üzerine (bu da tahmin) kadın kılığına girmiş gezinen bir tip ve arkadaşlarını mı istersiniz, ne ararsanız var. Yani öyle eğlenceli, herkes hep deli hop deli.

Köln güzel şehir, tekrar gitmek isterim açıkçası. Fransızca sınıfından bir arkadaşım Noel zamanı Köln'ün çok güzel olduğunu söylemişti. Eğer o tarihlerde yolunuz Köln'e düşerse mutlaka açılan Chiristmas pazarlarını gezin, özellikle Medieval Markt'a ait gördüğüm fotoğraflar çok başarılıydı. Noel zamanı burada olursam gitmeyi çok istiyorum. Gelirseniz belki buradan birlikte de gidebiliriz :))

Guten Abend!!!











19 Haziran 2011 Pazar

ISABELLE'IN ÇİFTLİĞİ

Isabelle benim Fransızca hocam. Biz umutsuz öğrencilerini evine (!) davet etti. Burada yine şunu tekrarlamak istiyorum, (sanırım bunu daha önce Pam'lerin yaşadığı şato için de söylemiştim) eğer Isabelle'in yaşadığı yere ev diyorsak bizimkine ne diyoruz, bizimkine ev diyorsak Isabelle'inkine ne diyoruz. Ben, kocamaaaaan bir çiftlik diyorum.

Haftalar öncesinden bu davet işi kararlaştırıldı. Birkaç defa tarih değişti ve en son bugünde karar kılındı. En son derste Isabelle'e nasıl ulaşıcazın tarifi yapıldı. Eğer navigasyonla gelecekseniz dedi (başka nasıl ulaşabilceğimiz konusunda en ufak bir fikrim yok, öyle posta adresinizi alayım ben bulurum gibi delikanlılıklar çok anlamsız burada) yaklaştığınızda navigasyon sağa dön derse siz sola dönün dedi. Tabiki herkes soru işaretleriyle baktı ama yapacak birşey yok. Herhalde koskoca kadın evini bizim navigasyon cihazından daha iyi biliyordur dedim içimden.

Bu sabah yine muhteşem ötesi (!) bir Belçika sabahına uyandıktan sonra, o kasvetli hava ile birlikte düştük yollara. Tabi bir o kadar muhteşem Belçika trafiği beni benden aldı sabah sabah. Ülkemin bitmek bilmeyen yol yapım çalışmalarından sonra Belçika'nın bitmek bilmeyen yol çalışmalarına da denk gelmiş olmak beni ayrı bir bahtiyar ediyor. Neyse, birkaç "take the exit" yaptıktan sonra son birkaç kilometrede geldik bir yol ayrımına. Cihaz dedi "sola dön", ben bekliyorumki o sağ diyecek, bende "heheh yemezler sol" diyeceğim. Ama en baştan sol dedi. Döndük sola.

Bu gördüğünüz yolun başına geldik. Şöyle bir baktım, acaba bu yol bir çiftliğe çıkar mı ki dedim içimden hemde dışımdan. Yanımda Çiğdem var, birbirimize biz nereye geldik acaba dedik. Sonra sevgili navi (navigasyon cihazına kısaca navi diyeceğim bundan sonra), "you have reached your destination" diye bağırmaya başladı ama görünürde herhangi bir yaşam  belirtisi yok. Varda bizim katılacağımız türden.

Biraz daha devam edince bir bina göründü. Sonra giderek çiftliğe benzemeye başladı. Kapısında durdum ve Çiğdem arabadan atlayıp, elinde Isabelle'in kartviziti ile Isabelle'i sormaya gitti. Sorduğu kişi Isabelle'in eşi çıkınca bir oh çektik ve park ettik.

Randevumuz 10'daydı ve biz geç kalmadan varmıştık ama kadıncağızın iki ayağını bir pabuca sokmayı başarmıştık. Yolu bulamayıp gecikeceğimizden emindi sanırım. Mutfağına gittik ve ben o karışık mutfağa bayıldım. Eski, dökme demirden fırın, taze toplanmış yumurtalar, mutfağa geldiğimizde fırından çıkan taze ekmek...

Sonra yavaş yavaş arkadaşlar toplanmaya ve masanın üzeri kalabalıklaşmaya başladı. Grup tabiki yine fıkra gibiydi. Herkes kendince birşeyler yapıp getirmişti. Ben bu masanın hayali ile zaten birşey yemeden gitmiştim. İnsanların toplanmasını beklerkende bir hayli acıkmıştım. Herkesin geldiğine kanaat getirdikten sonra Isabelle, bize yeni doğmuş (yalnızca 3 günlüktü) keçi yavrusunu ve diğer hayvanlarını göstermeyi teklif etti.

Arabayı parkettikten sonra karşılaştığımız kocaşan köpeğin dışında başka hayvanlar olduğunu bilmek tabiki beni çok mutlu etti. Köpekceğiz pek dost canlısı görünmediği için yakınlaşamadık kendisi ile. Zaten Isabelle'de onun bu özelliğinden dolayı kafesine kapatmıştı.

Isabelle 3 günlük tatile gittiğinde ve eşide evde yokken doğuvermiş arkadaş. Eve döndüklerinde bir bakmışlar yavru keçi geziniyor. Biz "aay ne şiriiiiin" diye çırpınırken, Isabelle çanta gibi taktı koluna yavru keçiyi getirdi. Tabiki hemen atladım ben bunu sevicem diye. Kendisi benim kediler kadardı. Başta biraz korktu ama sonra o da anladı güçlü kollarımda güvende olduğunu :))) Ben kendisine kırılacak bir eşya muamelesi yapıp yere koymaya çekinerek Isabelle'e vermeye çalıstığımda bana "Bırak o kendisi gider, annesini bulur. Biz yokken doğmuş baksana" dedi. Bende bıraktım, tabiki koşa koşa annesini buldu. Annesi, kendisini kirlettiğimizi düşünerek bir güzel baştan ayağa yaladı yavruyu. O sırada Isabelle tavşanlarını sergiye sunmuştu. Birbirinden şirin bir sürü tavşan bir anda yaşadıkları yerden dışarıya kaçmaya başladılar, ama tabi bu konuda tecrübeli Isabelle hepsini toplayıverdi. Daha sonra büyükbaşların bulunduğu bölüme geçtik.

Çok insancıl olan bu dostlarımız, yaklaştığınızda sizi yalamaya çalışacak kadar sevgi dolular. Daha önce fotoğraftakinin benzeri bir tanesi tarafından kovalanmış olduğum için ben çok sempatik bakamadım kendisine. Ama olsun hayvan hayvandır, severim. Isabelle hayvanların karnını doyururken ben içimden artık bizimkini de bi doyursak Isabelle hı? ne dersin? diye geçirmeye başladım.

Neyseki çok oyalanmadan masaya gidip tabakları doldurmaya başladık. Biraz daha oyalansaydık sanırım bayılacaktım. Sonra klasik muhabbet başladı. Onu nasıl yaptınız, bunu nasıl pişirdiniz, mümkünse tarifini alsak falan filan. Hoş sohbet ve muhabbetin ardından hoşça kal demenin zamanı geldi. Salı günü derste görüşürüz dedik ayrıldık.

Çıkışta tavukları farkettik. Onlar gördüğümüz bütün hayvanlardan daha insancıldı. Bizi görür görmez koşarak yanımıza geldiler.











Onlara da hoşça kal deyip yola koyulduk ve yüreğimizin götürdüğü yere, Reyhan Market'e gittik :)

12 Haziran 2011 Pazar

GREAT BRITISH SUMMER FEST

Tamamen tesadüfen görüpte gittiğimiz bir festival. S.H.A.P.E. üssünün içinde zaman zaman böyle festivaller yapılıyor. İşki takip edelim. Geçenlerde de "Big Greek Summer Night" varmış ve söylendiğine göre çok güzel bir gece olmuş.

Kocaman bir eğlence çadırı kuran İngilizler tabiki çocukları unutmamışlardı. Ve pek tabiki yine Bouncy Castlelar ve üzerinde bir sürü çocuk vardı. Festivalin en çok iş yapan iki standı "fish and chips" ve İngiliz biralarının satıldığı standlardı. Önlerindeki kuyruk bitmek tükenmek bilmedi. Sanırım daha sonrada ikinci el kitapların satıldığı kitap standı geliyordu.

Bu tip festivallerin sanırım zorunlu eğlencesi, halat çekme yarışması. Olmazsa olmaz. Neden bir halatı çekiştirmek bu kadar eğlenceli geliyor insanlara hiç anlamıyorum. Çoluk - çocuk, abla - teyze, abi - amca, hepsi halatın ucundan tutup çekiştirdiler. Aslında yardımcı olmayı düşünmedim değil. Ama karşı tarafa haksızlık olur diye vazgeçtim. Zira daha önce kopardığım bir el freni var :)))


Festivalde benim favorim Belçika polisinin köpekleriyle yaptıkları şovların yanı sıra, emniyet kemerinin önemini anlatan, "takla atan arabada neler hissederiz"i gösteren dönen araba. Bu arabaya binmeyi çok istedim ama burada da sıra inanılmazdı. İzlemekle yetindim bende.
Belki başka bahara :)





Belçika kurdu diye bir köpeğin varlığını ilk kez Ersin'den duymuştum. Sahibine Alman kurdundan daha sadık olduğundan ve daha çok komut aldığından bahsetmişti. Gördüğüm üç Belçika kurdu bunun ne kadar doğru olduğunu gösterdi. Tabiki polis köpeği olmasından dolayı daha özel eğitim almışlardır ancak sonuçta komuta itaat önemli.

Asla sahiplerinden daha önde yürümediler. Sahipleriyle eş zamanlı döndüler, yattılar, kalktılar, atladılar, suçluyu yakaladılar, yakalamakla kalmayıp etkisiz hale getirdiler, kalabalık arasında suçluyu buldular. Yani neler başarabileceklerini güzelce gösterdiler. Ve benim köpek edinme duygularımı yine coşturdular.





















Bu güzel şovun ardından 3 aylık bir yavru ile tanıştırdılar seyirciyi, yeni eğitim almaya başlamış. Ama tabi ufaklık oynamaktan ne eğitim aldığını gösteremeden gitti.

Festivalin son gösterisini İngiliz Askeri Bandosu yaptı. Birbirinden güzel parçalar çalarak yaptıkları gösterilerini tamamladı onlarda.











İngiliz insanı yaza girmeyi böyle kutluyor demek ki gurbet elde. Gerçi daha yaza benzeyen bir hava göremedik ama sanırım içinde bulunduğumuz ayın adına böyle bir kutlama yapmış olabilirler tabi. Hava buz gibiydi, dondum. Neyseki eğlenceliydi.

C'ya

8 Haziran 2011 Çarşamba

FRINGE

Bu diziyi yazan, oynayan, çeken, kılı - tüyü herşeyiyle ilgilenen herkese tebriklerimi sunuyorum.
Daha da lafım yok!

7 Haziran 2011 Salı

SHIRO

Sevgili kedim Shiro,

§ Buraya geldiğimiz ilk günlerde çözülmesi için çıkardığım kıymanın elim kadar parçasını bana çaktırmadan yutmayı başarıp, sonrada midesi çiğ etten rahatsız olduğu için ortalığa kusarak "Allahım hayvanın içi çıkıyor napıcam ben şimdi" diye beni baygınlıklara gark etmesine mi,

§ Bu eve alıştıktan kısa bir süre sonra duvarlardan sekerek koşmasından dolayı duvarlardaki tırnak izlerine mi,

§ Kıpır ile oynarken şakayı kakaya döndürüp, üzerine Kıpır'dan bir temiz sopa yiyip sonra o sopayı başkası yemiş gibi çaktırmamaya çalışmasına mı, (yediği en son sopadan sonra burnunda façası var)

§ Her sabah Kıpırla birlikte acıktıklarında, ring hattına çevirdikleri kalorifer - gardrop - yatak üçgeninde üzerime atlayarak beni uyandırmaya çalışmasına mı,

§ Yatılı misafir geldiğinde kapısına dikilip, içerideki insanı delirtecek şekilde kapıyı tırmalayarak kapıyı açtırmasına mı,

§ Geçen hafta dilimlenmiş bir sosisi her zamanki gibi çaktırmadan yutup, biz kahvaltı ederken önce "auuv auuv auuv" diye bağırıp sonra sosis dizisini karşımıza dizmesine mi, (biliyorum biraz iğrenç oldu ama napiim)

§ Ha birde orta yere tükürmesine mi, (böyle birşeyi ilk kez bu kedicimde gördüm)

Hangi birine ne diyeyim ? Seviyorum ben bu kedi hayvanını :) Birde bunu Kıpır versiyonu var.

KARAOKE KABUSU

Aslında bu bir piknik yazısı olacaktı. Seçkin'in çalıştığı birim büyük bir aile pikniği planlamış. Piknik günü yaklaşık 150 kişi varmış, yani öyle büyük bir piknik. Tanıdığım birkaç kişi dışında bana yabancı yüz küsür insanla birlikte birşeyler yemek, bazılarıyla tanışmak ilginçti tabi. Ama tabi her kalabalık ortamda olduğu gibi, bizde tanıdıklarımızla takılmayı tercih ettik. Havanın güneşli ama soğuk olması o kalabalık pikniğin sünmesine engel oldu neyseki.

Çocuklar sağa sola saldırmasın diye iki adet bouncy castle (şişme, zıplanan kaleler) getirilmişti. Ve üzerinde sayamadığım kadar çok çocuk vardı. Çocuk her yerde çocuk olduğu için, tabiki ortalık yine cayır cayır çocuk sesiydi. Dediğim gibi hava soğuktu ve neyseki üşüdüler. Bende tüm bu kalabalığın ardından gideceğimizi düşünerek Muhteşem Yüzyıl planları yapmaya başlamıştım ki bizim küçük grup toplandı bahçede. Kimler var bu küçük grupta; Damo (hatırlıyoruz değil mi?), Delphin (Fransız), Andrea (Amerikalı), Richi (Alman), George (Alman), Andre (İtalyan) ve adını bilmediğimiz bir adet Canadalı şahsiyet. Gayet eğlenceli muhabbet bitmek üzereyken, bouncy castleları toplamaya başlayan Damo'ya yardıma gitti herkes. Andrea ve Delphin yardım amaçlı (!) kendilerini bouncy castleların üzerine atarken, bu yardımsever davranışı çekemeyen arkadaşlar kızları bu kocaman oyuncakların içinde katlayıp kaldırmaya çabaladılar. Ancak yardımsever ben, kızları kurtardım. :)) Zira bir tanesi öğrenci adayım. Delphin olan :)

Delphin ve Andrea kurtulduktan sonra bakın ne kadar mutlular

O koca bouncy castlelar kaldirildiktan sonra "o zaman birşeyler içelim, müzik dinleyelim" faslı başladı ve eğlendiğim ama sonrasını kestiremediğim bu muhabbetin biraz daha uzaması beni germeye başladı. Sonrasını kestiremediğim diyorum çünkü Seçkin bir karaoke muhabbetinden bahsetmişti. Ve ne yalan söyleyeyim hiç hazzetmediğim bu aktiviteye yakalanmamak için sürekli kıvırma ve kaçma eğilimindeydim.

Ancak ne kadar çabalarsam çabalayayım bir anda başlayan o kabusun tam ortasında kaldım.

Damo ve Delphin
Andre, Damo, Delphin, Andrea














Kısa bir süre sonrada o mikrofonun önünde ben de yerimi almış bağıra bağıra şarkı söylemeye başlamıştım :)))) Önce ikili olarak başlayıp sonra grup halinde 80ler, 90lar, gelsin rock, gitsin pop derken  ve sesim artık kendinden geçmişken nihayet eve ulaşmanın saadetini yaşadım.

Olsa yine yapar mıyım? Bilmiyorum, ama o akşam çok eğlendim bunu biliyorum.

Mille baisers!!!

4 Haziran 2011 Cumartesi

TÜRKİYE - BELÇİKA MAÇI VE GENT

Gent, Flaman bölgesinde bence Brugge'den daha güzel bir şehir. Daha önce Gent'le ilgili bir başlık açmış olmama karşın henüz o yazıyı tamamlayamadım ve büyük olasılıkla tamamlayamayacağım. Bir sonraki Gent gezisinin ardından yazarım diye düşünüyorum. Anlatılacak çok şey var çünkü Gent'le ilgili.

Bildiğiniz ya da bilmediğiniz üzere dün akşam Türkiye - Belçika maçı vardı. Brüksel'de oynandı. Uzun süre önce bilet alabilmek için pasaport bilgilerimizi Elçiliğimize yolladık. Ancak iki gün önce haber geldi biletlerle ilgili, 6 bilet gelmiş. Buradaki SHAPE üssünde yalnızca yaklaşık 45 personel çalışıyor. Daha bu personelin ailesinden bahsetmiyorum bile. Ve yalnızca 6 bilet gelmiş gele gele. Bunun üzerine evde seyrederiz ne yapalım derken Çiğdem'in Gent'te yaşayan arkadaşı Brain'dan haber geldi. Meydanda dev ekran kurulacakmış. Eh gidelim maçı orada seyredelim, değişiklik olur diye düşündük. Bu arada Gent'te çok iyi bir Türk restoranından da bahsetmişlerdi. Pide ve lahmacunu iyiymiş.

Bizde, o zaman önce yemek yiyelim sonra maç seyredelim diyerek Gök Restoran'a gittik önce. Aylar sonra pide yiyecek olmak çok çutlu etti beni. Aslında Mons'da da var Snack Istanbul ve Ali Baba Snack diye dönerci - kebapçı ama nedense gitmedik. Herkes lahmacun istedi, bende kuşbaşı-mantar-kaşar karışık pide.

Gerçekten güzel hazırlamışlardı pideyi. Daha güzellerini yedim ama aylar boyunca yemeyip bir anda bulunca insan çok mutlu oluyor. Birkaç yıl önce Brüksel'e geldiğimde Türk mahallesindeki bir pidecide (ne yazıkki adını hatırlamıyorum) yine bu karışık pideden istemiştim. Ne yalan söyleyeyim yediğim en güzel pideydi ve tabiki en fahiş fiyatlı olanı.

Pide ve lahmacunların üzerine birde çay geldi. Bu arada dışarıda Türk bayraklı arabalar dolaşıyor. Türk forması giymiş bir sürü insan var. Bir an Belçika'da değilde Türkiye'de gibi hissettim kendimi. Yemekten sonra düştük yollara, dev ekranı bulmaya :)

Yol boyunca meydana giden Türkleri takip ederek dev ekranın kurulduğu meydana geldik. Asıl kalabalık oradaydı ve o ana kadar yoldaa hiç karşılaşmadığımız Belçika taraftarlarını orada gördük. Nedense Belçikalıların bu maçı çok önemsemedikleri izlenimine kapılmıştım meydana varana kadar. Sonradan Türk mahallesinde olmamdan dolayı böyle bir kanıya vardığımı idrak ettim.

Meydana geldikten sonra yine saf duygularla ne güzel hep beraber sakin sakin maçı seyredicez diye düşünmeye başladım. İnsanlar çoluk çocuk toplanıp gelmişlerdi. Sanırım benim bu saftirik duygularımın kaynağıda bu oldu.

 Maç başlamadan önce İstiklal Marşı okunurken Belçikalı taraftarların olduğu taraftan bira kutuları uçmaya başladığında anladım hiç de dostça bir ortam olmadığını.











Belçika tarafından gelen ilk golden sonra, Belçika taraftarları bira kutularıyla saldırmaya başladılar. Ve ne yazık ki hoş olmayan olaylar başladı. Polisin yeterli olmadığını düşündüğüm müdahelesi olayları durduramadı ve sonunda çevik kuvvet (şekilleri bizimkilere benziyordu) geldi. İki tarafın oratsı açıldı. Ne yazıkki hoş olmadı. Maç bitti ama olaylar bitmedi. Brain'ın Belçikalı arkadaşları da durumdan son derece rahatsız olmuşlar ve Twitterdan atılan mesajları söyledi. Mesajlarda Gent olay çıktığını yazmışlar ve bunu üzerine her iki ülkeninde taraftarı Gent'te toplanmaya başlamış.

Bizim Gent'te bulunduğumuz süre içerisinde sirenler hiç susmadı. Umarız daha ciddi olaylar olmamıştır. Keşke daha eğlenceli olabilseydi.

1 Haziran 2011 Çarşamba

PUAN MI?

Önce Gün'ün blogunda gördüm, hatta yok artık dedim. Ama şimdi görüyorumki benim blogda da var. Ne bu The Punisher'ın bize cezası mı?

Ben istemiyorum puan muan yaaa....