29 Mart 2011 Salı

ÖKÜZ

Öküz üzerine ne yazılabilir diye düşündünüz değil mi?

Efenim kendimce spor yapmaya çalışıyorum zaman zaman. Geçenlerde ''çevremizi tanıyalım'' amaçlı bir akşamüstü koşusuna çıktım. Girdim bir sokaktan, yüreğimin götürdüğü yere doğru gidiyorum. Çok iyi bir koşucu olduğum söylenemez ama uchideshi zamanlarından kalan bir alışkanlık. Neyse, güzel güzel evlerin arasından kıvrıla kıvrıla , kah baharın güzel kokularıyla, kah baharın gerektirdiği tarımsal hazırlıkların yoğun gübre kokusu eşliğinde koşarken kendi kendime ''oh ne iyi yaptım'' dedim. Bir zaman sonra karşıda bir büyükbaş çiftliği göründü. Büyükbaşlar da baharın gelmesinden çok mutlu bizler gibi. Böööyle yayılmışlar çayıra çimene, yarısı otluyor, yarısı geviş getiriyor, bır kısmıda etrafı izliyor. Takılyorlar kendilerince işte. Oralarda gezen bir de köpek kardeş var :) Beni tanıyanlar bilirler hayvanları çok severim, hele kedi köpek için deli olurum. Aklımdan acaba bu köpek beni kovalar mı diye geçirdim. Kovalarsa çöker otururum diyede bir formül ürettim. Bilmem ne kadar doğru. Şehir efsanesi mi yoksa gerçekten işe yarıyor mu anlamak için iyi bir fırsattı aslında. Baktım hayvancık kendi halinde sağı solu koklayarak geziniyor. Büyükbaşların bekçisi olsa gerek kendisi. Devam ettim koşmaya. Bu arada büyükbaşlardan bir tanesi, öküz kardeş, yolun kenarına gelmiş etrafı izliyor. Yolla çiftliği ayıran tek şey ise yalnızca 40 cm yüksekliğinde, tek telden oluşan bir ''şey''. Bu sefer de aklımdan ''hahahaha öküzün trene baktığı gibi bakıyor ifadesi ne kadar doğruymuş'' diye geçirirken sol yanımdan gelen bir böğürtü duydum. Kafamı bir çevirdimki o ne?!!! Öküz koşmaya başlamış arkamdan. Hem koşuyor hem böğürüyor. Hah! dedim bir bu eksikti. Şimdi bunun karşısında çöküp otursan ne, ezer. Koş Banu dedim, koş yoksa telin üzerinden atlayıp geliverecek yanına. Bu arada çiftliğin sahibi izlediyse bu durumu epey eğlenmiştir sanırım. Neyse bende karşı kaldırıma geçerek kurtuldum kendisinden. Hiçbir şey olmamış gibi geldiğim yoldan koşarak geri döndüm.

Eve geldim bir süre sonra Seçkin aradı. Ben tabi kendisine ''beni öküzün teki kovaladı'' deyince, '' nası yaaa, kim o?'' diyerek hayvanı kişileştirdi, beni bitirdi.

İşte böyle. Neymiş yol kenarında öküz varsa hayvana doğru koşmayacağız, karşı kaldırımdan sakin sakin yolumuza devam edeceğiz.

26 Mart 2011 Cumartesi

ÇİKOLATA FESTİVALİ (CHOCOLATE FESTIVAL)


Bira ve çikolatasıyla ünlü bu ülkede nihayet çikolataya dair bir etkinlik görebildim. Çok güzel çikolataları olan bu memleket için bu festivalde beklentim daha yüksekti aslında. Bira festivallerinde olduğu gibi, kapalı bir alanda bir sürü çikolta standı, çikolata şelaleleri, çeşit çeşit çikolatalar, mis gibi kakao kokusu...Bu benim hayalimdi festivale gitmeden önce.

Navigasyon cihazına adresi ''Rue de la Chaussèe 7000 Mons'' girdikten sonra düştük yola. Mons'a yaklaştıkça yol bi tanıdık gelmeye başladı. Grand Place'a geldik, cihazdaki Mary abla ''you have reached your destination'' dedi. İyi dedik, cihazdan daha iyi bilecek değiliz ya, park yeri bulalım o zaman dedik. Klasik park yeri hikayesinin ardından bir baktık bizim mecburiyet caddesi, ''rue de la chaussèe''ymiş meğer. Ve çikolata standaları da yol boyunca aralıklarla dizilmişler. Hayallarim yıkıldı bir anda.  O kadar dağınıktı ki haftasonunun sıradan kalabalıklığı gibiydi. Ama sokak misler gibi kokuyordu.

Standlarda yalnızca çikolata yoktu, ekmekler ve çeşitli kurabiyeler de vardı. Ortak özellikleri ev yapımı olmaları. Bu yazıda sizlere çikolata çeşitlerini anlatmayı çok isterdim, hatta üreticilerden bahsetmeyi de çok isterdim ama bira festivallerindeki profesyonellik olmadığı için söyleyecek çok birşey de yok. Çikolatalar hayli pahalıydı, şu yandaki resimde görülen 5 çikolata 10 € gibi mesela. Bu festival de haftasonu süresince sürecek. Pazar akşamüstüne kadar gelecek olursanız eğer festivale uğramadan gitmeyin. Hiçbirini beğenmezseniz eğer, yolun sonunda aşağıda Leonidas'ın dükkanı var, oradan güzel bir kutu çikolata alabilirsiniz.

İşte böyle bir festivaldi, sevdiğim güneş gözlüğüme mal oldu ya neyse....







































21 Mart 2011 Pazartesi

TOURNAI BİRA FESTİVALİ (TOURNAI BEER FESTIVAL)

Eveeeet güzel insanlar, yeni bir festival ve yeni biralarla tekrar birlikteyiz. Bira çeşitleri ''biralar2'' olarak başka bir başlıkta olacak. Ben yalnızca festivali anlatmak istiyorum. Festivalin olduğu şehre giderken genelde plan yapıp gideriz, gezilebilecek yerlerin de bir listesini çıkartırız. Ancak bu sefer biraz farklı oldu, listeyi yaptık ama Seçkin'in işlerinden dolayı geç çıktık yola. Tournai'de de tabiki görülesi yerler var, ben ''vivarium''u görmeyi çok istiyordum ama zaman sıkıntısı olduğu için bir sonraki geziye kaldı.

19 Mart saat 2'de başlayan bu festival akşam geç saate kadar devam edip, 20 Mart saat 11'den de öğleden sonraya kadar devam edecekmiş. 

Bu gittiğim daha öncekine göre bana biraz zayıf gözüktü. Öncelikle ilk kez düzenlendiği için olabilir, bu yöredeki insanların ilgisizliği olabilir, bira çeşidinin azlığı olabilir ( ki 100 küsür bira çeşidi vardı, bence az dememek lazım) veya hediyelik eşyanın azlığı olabilir. Zira kafamda garip bir şapka ile çıkaçadım bu sefer. Aslında karşılaştırma yapmak yanlış olur, çünkü Zythos Bira Festivali (ya da Sint Niklaas B.F.) bu ülkenin en büyük bira festivali, yapış yapış insan vardı içeride. Hatta her sene çocuk köşesi açılıyormuş bu sene açılmamış. Tournai ise oldukça sakindi, en azından bizim orada bulunduğumuz süre içerisinde. Değişik bir stand vardı bu festivalde, arpa - buğday standı. Hangi bira neden yapılır, nasıl yapılır. Eğer merak edip giderseniz bu standa çok tatlı bir teyze size üşenmeden bunları anlatıyordu. Allah uzun ömür versin teyzeye inşallah bir dahaki festivalde de anlatır.

Giriş ücretsiz, yine önceki festivalde olduğu gibi bardak alıyorsunuz 3€, sonra da bira kuponlarınızı alıyorsunuz -ki 3 bira 5€-. Veee biraları tatmaya başlıyorsunuz. Bira olurda tuvalet olmaz mı, tabiki o da 30 cent. :) Biranızı alıp, kapının önüne çıkıp Grand Place'da gezinen insanlara bakıp, güneşlenebilirsiniz de ( o gün hava güneşliydi). Kimse size niye girdin, niye çıktın, çıktın artık giremezsin demiyor.

Yani uzun lafın kısası güzel festivaller bunlar. 

Bu arada blogun adı ''bira ve çikolata'', ancak ben çikolataya dair herhangi birşey yazmadığımı farkettim. Ama merak etmeyin bu haftasonuda ''çikolata festivali'' varmış.
Dört gözle bekliyorum bu festivali :D




16 Mart 2011 Çarşamba

ÇOCUKLARLA RESTORAN VE AVM'LERDE

Bizim topraklarda çocuklarla bir yere gidildiği zaman, ya o alışveriş ya da yediği o yemek çoğunlukla anneye zehir zıkkım olur. Neden? Çünkü anne çocuğun peşinde dolanmaktan bitap düşer, sinirleri bozulur, üstüne birde kocayla kavga eder. Oysaki koca gerektiği gibi çocukla ilgilenmiş olsaydı bunlar olmazdı diye düşünür. Tüm bunlar olurken sağı solu çekiştirilen çocuk canı yandığı için ağlamaya, etrafda bu durumu izlemeye başlar. Yani bu böyle tatsız şekilde sürer gider. 

Burada, Belçika topraklarında çocuğuyla alışverişe giden bir anne ne yapıyor? Çocuğu mekana salıyor sonra giderken topluyor. Bu arada çocuk yerlerde yuvarlanıyor, kendince uygun olan şeyleri ağzına sokuyor, yerleri yalıyor. Mağazadaki eşyaları yerlere saçıyor ve oynuyor. Bu durumdan ne mağaza çalışanları ne de  anne baba rahatsız oluyor. ''onu elleme'',''o ayakkabıyı ağzına sokma'', ''çocuğum yerden kalksana'', '' bir daha seni getirirsem iki olsun'' gibi konuşmalar olmadığı gibi elindeki ıslak mendille çocuğunu yıkamaya çalışan anneler de yok. Herkes mutlu yani anlayacağınız.

Birde bunun tuvalet versiyonu var, tahmin edersiniz. Bizde hep beraber tuvalete gidilir, çocuk ellerini her hangi bir yere değdirmeden çiş, kaka ne geldiyse yaptırılır ve hızla tuvaletten çıkartılır. E pis tabi, oyalanmanın çok da anlamı yok doğal olarak. Oysaki burada, çocuklar pislik konusunda da özgürler. Klozete hoplayıp çıkabilecek boya gelmiş çocuklar için annenin tuvaletteki görevi çoğunlukla bitiyor. Hoplayıp çıkabilecekten kastım, çocuğun klozetin oturağına tutunup çıkmaya çalışması. Bu noktada karşılatığım bir olayı anlatmak istiyorum. Zaten bütün bu girizgah bunu anlatabilmek içindi :)) hahaha... Brocante gezdikten sonra tuvaletinden ve süper olmayan kahvesinden yararlanmak üzere pazarın heşen dibindeki Mc Donald's'a gittik. Seçkin kahve sırasına ben tuvalet sırasına girdim. Bu arada şunu belirtmek istiyorum bizim memlekette olduğu gibi öyle bir tuvalete girip çıkıp gideyim diyemiyorsunuz, tuvaletlerin girişinde girmeniz gereken bir kod numarası var. Bu kodu edinebilmek için birşey almanız gerekiyor, bu arada hala altınıza işemediyseniz eğer elinize tutuşturdukları fişteki kodu kapıdaki cihaza girip tuvaletin kapısını açabiliyorsunuz. Bara falan giderseniz bozukluklar yanınızda olsun orası da paralı, AVM'lerdeki WClerde :) Her neyse olayımıza geri dönelim.  Bu seferki Mc Donald's kapılarını halka açmış bir tanesi idi. Hemen sıraya girdim, beklemeye başladım. Bu arada ortalık çocuk dolu, koşturup duruyorlar. Ben beklerken iki kardeş geldi, biri 5 biride 4 sanırım. Tam sıra bana gelecekken boşalan tuvalete koşarak ikisi birden girip kapıyı da kitlediler. Çocuk tabi yazık beklemesinler dedim içimden. Bu sırada kapının dışından anneleri seslendi artık ne dediyse, ama tuvaletin olduğu yere gelmeyip restoran kısmında beklemeyi tercih etti. Bu arada tuvalete giren iki kardeşten eğlendiklerini tahmin ettiğim sesler gelmeye başladı. Sırayla tuvaletlerini yapıyorlar ama biri yaparken diğeri yerlerde sürünüyor falan. Yandaki tuvalet boşaldı, sıramı kaptırmadan hemen girdim (detaylara gerek yok), tam çıkıcam aşağıya doğru bir baktım aşağıdan da biri bana bakıyor. Çocuklardan bir tanesi tuvalette yere yatmış, yan tarafta ne var diye merak etmiş sanırım, kafayı uzatmış bana bakıyor. Artık suratımda nasıl bir ifade varsa çocukcağızın merakı çok kısa sürdü. Ben çıktım, ellerimi yıkadım, cihazda kuruttum ve çocuklar hal içerde oynuyorlardı. Anne mi? O hala kapının önünde -ama artık biraz sinirlenmiş beklemekten- bekliyordu.


Konunun özeti, Belçika'da çocuklar 4 - 5 yaşlarında tek başlarına tuvalete gidebiliyorlar. :))
Gereksiz titizlik de bu kadar laçkalık da iyi değil diye düşünüyorum başka birşey demiyorum.

Sevgiler efenim...

13 Mart 2011 Pazar

BRUGES (BRUGGE): ICE & SNOW SCULPTURE FESTIVAL

Aslında bu yazının yeri Ocak ayı olması gerekiyordu ancak o zaman ne aklışda bu blog olayı vardı ne de evde internet. Cafelerde, Mc Donald's'larda internet aradığımız dönemdi.

Brugge, Belçika'nın en güzel şehri diyebiliriz. Flaman bölgesinde. UNESCO'nun dünya mirasları arasında. ''Kuzeyin Venedik'i'' diyebileceğimiz kadar güzel. Brugge ile ilgili daha sonra başka bir başlıkta yazmayı planlıyorum. Burada asıl konumuz Buzdan Heykeller Festivali, konuşuza geri dönelim.

Bu sergi ya da festival (siz ne demek isterseniz o olsun) 26.10.2010 ile 16.01.2011 tarihleri arasında açıktı. Sergi yeri Brugge Tren İstasyonu Meydanı'nda kuruluyor. Kuruluyor dememin sebebi bu senenin sonunda tekrar açılacak olması. Tarihleri ise 25.11.2011 - 15.01.2012 arasında.

Bu sene çeşitli ülkelerden 40 profesyonel sanatçı katılmış. Ve Türkiye'den de bir eser vardı. Eserlerin yapımında 300 ton buz kullanılmış. Buzlar, öyle bizim buzluktan çıkardığımız buzlar gibi değil. Kristal berraklığında. Doğal olarak tek parçadan oluşmuyor eserler, mümkün değil. Parçaların birleştirilmesiyle oluşturulmuş ama muhteşemler. E bu kadar buzu ve ortamı soğuk tutmak içinde 400 ton kar kullanılmış.
İçerinin sıcaklığı -6°C imiş ama bana göre -20 idi. Her bir kemiğimin zangırdadığını hatırlıyorum ama değer. İçeride ısınmanız için shotlarda votka satılıyordu. Gelirseniz ve üşürseniz aklınızda olsun. Tabiki giriş ücretli, burada osursanız para :)

Daha fazla bilgi istiyorum, bu kadarı beni kesmez diyorsanız www.icesculpture.be sayfasından doyasıya bilgi edinebilirsiniz. Ben buradayken gelirseniz de beraber gideriz :)

12 Mart 2011 Cumartesi

VALENCIENNES: AIKIDO İÇİN GİTTİĞİM KÜÇÜK FRANSIZ ŞEHRİ

Yani ilk bakışta çok ukalaca gelebilir aikido için Fransa'ya gitmek ve bunu burada anlatmak. Ancak Belçika'nın Konya'dan küçük olduğunu düşünecek olursak burada heryer heryere yakın. Ve insanlar gezmek için haftasonunda arabasına atlayıp başka bir ülkeye gidebiliyor.

Zanotti Sensei'nin Belçika Mons dışında dört farklı yerde - ki bu yerler Fransa'da - daha dersi var. Bunlardan bir taneside Valenciennes'de. Valenciennes'in yaşadığım yere uzaklığı yaklaşık 45 dakika. Dolayısıyla antrenman yapmaya Fransa'ya geçmek burada işten bile değil. Neyse lafı uzatmadan konuya gireyim ben.

Japon yılbaşısını kutladığımız akşam Zanotti Sensei bir arkadaşından bahsetmişti. Bahsettiği bu arkadaşı çok uzun seneler önce  Fransa'dan Japonya'ya arabasıyla yola çıkmış. Tabi bunu anlatma nedeni Türkiye ile ilgili birşeyler bildiğini göstermekti. Bildiği şeyde şu, arkadaşının arabasıyla Türkiye'den geçmiş olması. Ben bunun üzerine bir yorum yapmak istemiyorum, yorumlar size ait. Neyse, bu arkadaş Japonya'ya yerleşmiş ve aikidoya devam etmiş. Devam etmiş diyorum çünkü aikidoya daha önce başlamış olduğunu hayal ediyorum nedense... İşte bu arkadaş her sene ziyarete gelirmiş, tahmin ettiğiniz üzere bu sene de gelmiiiiiiş. Ne hoş değil mi? İşte bunun şerefine dersimizin biri Valenciennes'e alınmış. Biliyorum biraz masal anlatır gibi oldu ama ben bu bilgileri hep en son dakika, ingilizce bilen birinin haber vermesi ile edindiğim için -miş, -muş şeklinde oldu anlatım. 

Navigasyon cihazını ayarladım, her olasılığa karşı yazılı olarak da aldım adresi ve yola çıktım. Kutsal cihazın öngördüğü yoldan giderek benim için uygun bulduğu vakitte Valenciennes'e vardım. Gideceğim yer bir spor kompleksi. Vardım ama herhangi bir bina numarası olmadığı için tam adrese ulaşamadım. Yolda yakaladığım bir amcaya adresi sordum ingilizce, zira öğrendiğim fransızca adres sormaya yetmez, yetse cevabı anlamaya mümkün değil yetmez. Amca anlattı fransızca, ben cevap verdim ingilizce. Az çok tarif ettiği yeri anladım döndüm gittim. Gittiğim yerde başka bir amca buldum yeniden sordum, amca fransızca konuştu ben yine derdimi ingilizce anlatmaya çalıştım. Evet bu kısır bir döngüye dönüştü. Çünkü söylediklerini anlamış gibi yaptığım amcanın yanından ayrıldıktan sonra, üç güzel bayanla karşılaştım, son bir kez daha el frenini çekip arabadan inip derdimi anlatmaya çalıştım. 'anglis! anglis!! no nooo' dedikten sonra bayan arkadaşlar, onlar da diğerleri gibi bana yolu fransızca tarif ettiler. Artık beyin sanırım zorunluluktan anladı ki o koca spor salonunu buldum. Gruptan arkadaşlarımı görünce hiç bu kadar çok mutlu olacağımı düşünmemiştim. Hazırlandık, derse girdik, değişik bir şey yok. Hocanın adını öğrendim, Gerard Sachs (Jeğağ Saks).  İki üç teknikte bir farklı uke ile çalışmak adetten olsa gerek, değişik değişik ukelerle çalıştım. Sanırım bu ukelerden bir tanesi beni asla unutmayacak. Çünkü önce gözüne parmağımı soktum ama sonra özür diledim. Sonra başka bir teknikte tekrar karşı karşıya geldiğimizde de karnına çaktım bir tane, ama yine özür diledim. O vakite kadar benimle fransızca anlaşmaya çalışan kendisi o vurma anından sonra bir anda akıcı bir ingilizce konuşmaya başladı. Sanırım arkadaşın dil ayarları karnında :) Bu arada yanımıza gelen Sachs, (tabiki) fransızca birşeyler anlatmaya çalışırken bana, aklıma kendisinin Japonya'da yaşadığı geldi ve kendisine akıcı olarak söyleyebildiğim tek cümleyi sarfettim 'jö ne konpağn pa franse' deyip 'nihongo onegai shimas'la konuya devam ettim. Bir kez daha japoncanın iletişim kurmama yardım etmesinden dolayı çok mutlu oldum. Tabi ben Sachs ile japonca iletişirken dil ayarlarını yaptığım arkadaş 'konuştuğunuz bu garip dil ne?' diye sordu :))) Yani o gün sözün bittiği yerdir diye düşünüyorum.

Hoş bir ders oldu... Daha sonra Sachs Mons'da da dersimize girdi. Kendisine buradan teşekkür ediyorum. Ve eve çok kolay döndüm, kimseye birşey sormadım.


7 Mart 2011 Pazartesi

BIRALAR-1

DELIRIUM RED: Üretcisi Huyghe. Alkol oranı % 8,5. Adı gibi kırmızı kendisi. Çilekli bir tadı var ama içimi çok keyifli.
Delirium, Belçika'nın önemli bira üreticilerinden. Bruksel regionda yeri. Dolayısıyla hem Wallon hem Flaman bölgesindeki festivallere katılıyorlar (sanırım). Sembolü pembe bir fil :)


GRUUT INFERNO: Üreticisi Gruut. Alkol oranı %9. Belçika'nın Gent şehrinde üretiliyor. Altın renkli bir bira ve içimi çok güzel. Gruut bardaklarında, alt tarafta küçük bir ayna var ve kendisine özel bardak altlığının üzerine koyduğunuzda bir resim görmeniz bekleniyor. Erotik bir resim :) Kendisinin sembolü ortaçağ dönemime ait bir sikke (coin demek istedim nedense). Ortaçağdaki toprak sahipleri bira üreticilerinden vergi alıyorlarmış.Bu vergi, birada kullandıkları baharatlar (gruuts) kadarmış. Bu sebeple sembolleri para imiş. 'taste and discover erotism' diyor Gruut'çu arkadaşlar. Sanırış bu da bardak alttıklarından kaynaklanıyor. :))


DE DOCHTER VAN DE KOORENAAR: Bu uzun isim aslında üreticinin ismi. İçtiğim biranın ismi ise Embrasse Oak Aged Blended imiş. Flaman yöresinden bir bira. Alkol oranı %9. Benim dark diye tanımlayabileceğim, hafif dumanlı bir bira. Genelde dark sevmememe karşın oldukça lezzetli idi. Adından gayrı bişi bilmiyorm ki adıda akıllara ziyan zaten. :( 


SAISON CAZEAU: Üreticisi Brasserie Cazeau. Sarışın, ferahlatan, yumuşak içimli bira. Alkol oranı %5. Yanına patates süper olur!!


CHIMAY BLEU: Dark ve biraz ağır bir bira. Ama tabiki ilerleyen dakikalarda içimi pek bi güzelleşiyor. 
Yalnızca içimi güzelleşmekle kalmıyor, %9 alkol seviyesi sayesinde zihinlerde uçuculuk, gözlerde bir baygınlık yaratabiliyor. 


CHIMAY ROUGE: Yani chimay red aslında :) Alkol %6,6. Kendisi yine dark bira grubunda. Bleu'ye göre daha hafif. Bu chimay birasının başka çeşitleri mevcut. www.chimay.com 


LEFFE BLONDE: Belçikanın en çok bilinen birası diye düşünüyorum. Hatta belki en eskisi. Blonde lezzetli, güzel bir bira. %6.6lık alkol oranı, içimini kolaylaştırıyor. Leffe için daha çok bilgi edinşek isterseniz eğer çok güzel bir web sayfaları var. Merak edenler için   www.leffe.com













5 Mart 2011 Cumartesi

SINT-NIKLAAS BIRA FESTIVALI (ZYTHOS BEER FESTIVAL)

İlk bira festivalime katılmış bulunuyorum, hepimiz için hayırlı olsun. Bira festivali dediysem öyle Efes, Tuborg, Carlsberg filan değil. O konuya birazdan değineceğim. Önce biraz Sint-Niklaas'tan bahsetmek istiyorum. 


Klasik bir Avrupa şehri, Belçika'nın Flaman bölgesinde. Şehir meydanı (Grand Place) tabiki yine çok güzeldi. Ama daha da güzel olan tarafı, meydanın altı tamamen otopark olarak yapılmış. Araba ile gelecek olursanız doğruca meydana gidin derim ben. Tabi biz burayı gezerken keşfettik, keşke önceden bilseydikde park yeri için kazınmasaydık. Biz park yeri olarak kilisenin hemen yanına koyup, 'Allah'ın evi birşey olmaz nasıl olsa' dedik. Ama park fişi de koymakta fayda var deyip aramaya başladık. Biz park fişi cihazı ararken, hızmalı güzel bir polis abla da bize ceza yazmaya gidiyordu. Neyse uzatmayayım, durumu anlattık ablada tamam ben idare ederim hadi siz gezin dedi ;P


Şehirde kayda değer pek birşey yok. Aslında genç nüfus da yok sanırım, meydandaki cafelerde, dükkanlarda teyzeler ve amcalar vardı hep. Sanki ölmüşler de haberleri yokmuş gibi... Bir ara Michael Jackson'ın Thriller klibini bu şehirde çektiğini bile düşündüm, hava kararınca zombi teyzeler ve amcalar ortada dans etmeye başlayacaklarmış gibi hissettim :S 


Gelelim biralara ve festivale. Sint - Niklaas Bira Festivali diyorum ama diğer adı Zythos Beer Festival. Belçika'nın en büyük bira festivaliymiş. Biz şehre gelirken uzunca bir kuyruk vardı içeri girebilmek için. Giriş ücretsiz. Eğer festivale katılan biraların tadına bakacaksanız 3€ verip bir bardak alıyorsunuz, sonra başka bir kasaya geçip içmeyi planladığınız bira miktarı kadar jeton alıyorsunuz ki bu jetonlarda 1,20 €. Bu festivalde yalnızca Flaman yöresinin biraları vardı, yaklaşık 200 çeşit bira, dile kolay. Biralarda bizim biralar gibi değil, alkol oranı % 8,5 - 9 civarında. Mekandan çıkarken bardağınızı verip paranızı geri alabilirsiniz ya da hatıra diye eve getirebilirsiniz. Bu arada insanlar bu festivale çocuklarıyla geliyorlar ki bizim memlekette böyle birşey sözkonusu olamaz.


Bu sene içinde yapılacak olan bira festivallerinden biriydi bu.  Umarım diğerlerini de görebilirim.

3 Mart 2011 Perşembe

BROCANTE KÜLTÜRÜ

Genel olarak Avrupada nasıl bilmiyorum ama burada 'bit pazarı' kültürü inanılmaz gelişmiş. Brocantelarda aradığınız herşeyi bulabilirsiniz. Düzenli olarak kurulan pazarlardan ayrı olarak tarihleri belirlenmiş olanlar da var. Mesela her pazar Waterloo'da sabah 7de başlayıp öğlen biten bir pazar var. Yeni, eski, hatta antika eşyalarla dolu bu pazarı gezerken zaman nasıl geçiyor anlamıyorsunuz.

Hava biraz daha ısındığında sanırım ben bu pazardan çıkamayacağım. Pazarın bitmesine yakın fiyatlar bazı eşyalarda daha da komik hale gelebiliyor. Ama sanırım antika eşyalar için aynı şey sözkonusu değil. 1828'de Constantinapolis'ten Belçika'ya yollanmış, üzerinde Mısır Çarşısı olduğunu düşündüğüm fotoğraf olan bir kartpostal buldum. Çok güzeldi ya da evden uzakta olduğum için bana çok güzel gözüktü bilmiyorum. Satan bayan kart için 20€ isteyince ve 1 cent bile düşmeyince fiyattan sanırım o kadar da güzel gözükmedi :) Böylelikle ilk brocante deneyimimden elim boş döndüm. 

Neyse daha önümde yeterince süre var, elbet ben de birşeyler bulurum...

2 Mart 2011 Çarşamba

BELÇİKA'DA AİKİDO

Güzel insanlar daha farklı bir başlık kullanmak isterdim ama bulamadım. Ancak bu kadar yaratıcı olabiliyormuşum:)))


Şimdi diyeceksiniz ki, 'Aikido evrenseldi hani, Belçika'da farklı mı?'. Hayır, aslında farklı değil ama bizler farklıyız. Buraya geldikten iki hafta sonra hareketsizlikten darallar gelmeye başlayınca, hızla Aikido çalışan bir grup bulup (ki aslında daha önce Yasemin tarafından bulunmuş olan grup, Mösyö Bruno Zanotti) kayıt olup ilk derse girdim. Kayıt sırasında doldurulan formda sağlık sigortası isteyip istemediğiniz soruluyor. İstemekte fayda var. Antrenman sırasında size ya da partnerinize birşey olursa ve olan şey tedavi gerektirirse, bu sigortayı kullanabiliyorsunuz. Tamamını karşılayamasa bile bir kısmı karşılanıyor. İyi birşey çünkü burada sağlık hizmetleri oldukça pahalı. Bu sigortanın bedeli yıllık yalnızca 35€. Bu sigorta olayını ilk duyduğumda acaba ne oluyorda sigorta yaptırıyoruz diye düşünşedim değil. 3 aylık periyotlarla kayıt yenileme yapılıyor ve ilk kayıt sırasında Belçika Aikido Federasyonu'na da kayıdınız yapılıyor. Yaklaşık 1,5 ay sonra federasyon nihayet kimlik kartım geldi.


Antrenman yaptığım grup Aikikai stilinde çalışıyorlar. Gruptakiler gayet güleryüzlü ve yardımsever insanlar. İlk ders benim için biraz acılı geçti. Dersin açılışından sonra ısınma hareketlerini beklerken bir anda kendimi teknik yaparken buldum - ki bu sırada eklemlerimden çıkan seslerle beste yapabilir durumdaydım.


Aikido kişiye özel bir spor diye hep bahsederim. Yeni bir hoca ile çalışmak Aikidoyu yeniden keşfetmeye başlamak gibi geliyor bana. Her hocanın kendine göre bir yorumu var, uyum sağlamaya çalışmak en doğru yol bana göre. Zaten Aikido uyum yolu değil mi?


Birlikte çalıştığım insanlar, Zanotti Sensei ve yapılan etkinliklerle ilgili olarak zaman zaman yazacağım. Sanmayınki Aikido ile ilgili yazı bitti :D Bitmeeez!