29 Ağustos 2011 Pazartesi

TANKS IN TOWN: İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN ESİNTİLER

Belçika'ya geldiğimden beri sanırım ilk kez bir etkinliğe söylenerek gittim. Girişe geldiğimizde biletlerimizi alıp etkinlik alanına girdiğimizde karşılaştığım manzara önce beni dehşete düşürdü sonrada dilime vurdu. Her taraf çamur balçık içindeydi. Yani, öyle yerler ıslanmışta biraz çamur olurvermiş canım ne var diyeceğiniz türden değil yani. Ayakkabınızı düzgün bağlamadıysanız koşarken ayakkabıyı bırakabileceğiniz türden.

İşte ben bu manzarayı görünce bir an ne işim varki burada dedim.
Ama arkasından şunu farkettimki biraz önce geçtiğim kapı beni aslında II. Dünya Savaşı'na getirmişti. Çamurla barış imzaladıktan sonra içinde bulunduğum olayla ilgilenmeye başladım.

Belçika insanının bulunduğu ortama inanılmaz şekilde uyum sağlama yeteneği var. Daha önce gittiğim Troll ve Orta Dünya konulu festivalde, insanlar geçekten Orta Dünya varmış ve aslında bu festival için bizi ziyaret gelmiş gibiydiler. Yani olayı hücrelerine kadar yaşıyorlardı. Tanks in Town'da da aynı ruhu gördüm. Olayın bir parçasını oluşturan insanlar gerçekten II. Dünya Savaşını o an yaşıyorlardı. Ve ben kendimi bir an savaşın içinde sandım. Etrafımda bir sürü asker  dolaşıyor ( evet  haklısınız bu bana yabancı bir durum değil :) ), kimisinin yüzü gözü çamur içinde, kimisi temizlenmiş cepheye gidiyor, o dönemin hemşireleri geçiyor başka bir taraftan. Tam ben bu manzaranın içinde bir yer edinmeye çalışırken - ki üzerimdeki kot ve yağmurlukla uzaylı gibi hissetim bir an kendimi- bir gürültü koptu, arkasından bir tane daha. Kendi kendime hayır olsun inşallah diye söylenirken meğer tanklar çalışmış. Tamam askerle evliyim ama tank - tüfek sesinide bileceğim anlamına gelmiyor bu :)

Bu etkinliğin en büyük özelliklerinden biri tanklarla, zırhlı personel taşıyıcıyla (ZPT)veya GMC (belki hatırlarsınız halkım kendisine cemse der) kamyonla gezebiliyor olmanız. Tabiki bunun içinde bilet almanız gerekiyor. Benim biletimi Seçkin internetten almıştı. Tercihimi ZPT'den yana kullandım ben, ama bir daha gidecek olursam Tanks in Town'a Leopard tanka binmeyi planlıyorum.

Tanklar ve ZPT için çok güzel bir parkur hazırlamışlar. Seçkin'in yönlendirmesi ile araçtaki en güzel yere geçtim. Araç komutanının durduğu yer :) Önü açık, manzaralı, sağ yanımda makineli tüfek, kafamda takılması zorunlu kask. Herkesin taktığı o kasklar kafalarımızda Allah'a emanet duruyordu. Bizim M75 APC çalıştı, çalışmaya çalışma sürecinde manzarası güzel ama dumanı bol yerime iyice yerleştirdim kendimi. Hoplaya zıplaya gideceğimizi tahmin ettiğim için, aracın içinden hoplayıp gitmemek adına bulunduğum bölgeye yapıştım.

Çıktık yola. Tabiki fotoğraftaki gibi düz bir alanda gitmiyorduk. Biz tadına varabilelim diye çok hoş (!) çukurlar ve tepeler hazırlanmış. İlk tepeyi gördüğümde içimden bu cihaz burayı çıkacak tamamda bunun birde inişi var, devrilmezsek iyi dedim. Tepeye çıktık, bi göğü gördüm sonra hızla yeri gördüm. Evet artık roller coaster'a binebilirim. Bunun daha gelişmiş ve tren hali sanırım. Bu çukura girersek herhalde kalırız burada dediğim nice çukuru hissetmeden geçtik.

Tur bitti, birde Leopard'a bineyim dedim ama sırayı görünce vazgeçtim. Bizde etrafı gezdik. Mons insanı neden bunu yapıyor sorusu geldi mi aklınıza? Benim geldi.

Asıl neden aslında Amerika'ya teşekkür.

1944 yılı 2 Eylül'ünde öğleden sonra 5.30'da Binbaşı Tucker, komutasındaki Stuart tank ile Mons'a ikmal için geliyor. Şehir yetkilileri tarafından kabul edilen Tucker, şehir ziyaretçi defterini "Amerikan 3. Zırhlı Tümeni, 83. Keşif Taburu Komutanı Binbaşı Tucker" diye imzalıyor. Birkaç saat sonrada taburuyla birlikte ayrılıyor. Fakat yetkililer Stuart tankın kayıt numarasını almayı ihmal etmiyorlar nedense!

1945 yılında, Amerikan 3. Zırhlı Tümenine mektup yollayıp tankı geri istiyorlar. Sonra 1946'da, bir akşam Almanya'dan gelen zırhlı bir taşıyıcının boş tankı getirip istasyon yakınında yol kenarına bırakmış olduğunu görüyorlar. Getiren şahıs ilgili birini bulamadığı için öylece bırakıp gitmiş diye düşünüyorlar. Sonrada ite kaka belediye başkanının şehir meydanındaki bahçesine götürüyorlar.

1984'e kadar tank öyle, korumasız duruyor. Hatta bir ara bozulan bir ambulans motoru yerine tanktaki motorun tekini söküp takıyorlar. 1984'te tank koruma altına alınıyor ve tekrar toparlamaya başlıyorlar. Hayır anlamadığım neden istediniz neden söktünüz? Neyse efenim, Amerikan ordusu ve elçilik yardımıyla tankı toparlamayı başarıyorlar. Toparladıktan sonra Binbaşı Tucker'ı tankı kullanması için davet ediyorlar. 1989'da Binbaşı Tucker çok ısrar ettiniz madem geleyim deyip Mons'a geliyor ve 45 sene önce geldiği yoldan tankı yine şehre sokuyor. Ve pek tabiki Amerikan basınında çok popüler bir haber oluyor bu durum. Sonra 50. yılda tekrar davet etmişler Tucker'ı ama bu sefer "ay yaşım geçti, başım tuttu" demiş gelmemiş Tucker. Azimli Belçika insanı yılmamış bu durumdan madem sen gelemiyorsun o zaman biz sana gelelim demişler ve başlamışlar Amerika başkanını mektupla taciz etmeye. Clinton "olur" demiş ve bizim "ah şu çılgın" Belçikalılar 2000 yılında Millenium Independence Day'de tankı Washington'da Clinton'ın önünden geçirmişler. "Memidiğin ölüsü" misali taşınan tank bu sene de baş köşede duruyordu.

Bütün bu çabalamalardan sonrada her sene Tanks in Town etkinliğini yapıyorlar. Kendilerini Almanlardan kurtardığına inandıkları Binbaşı Tucker'a teşekkür etmek için.

Tanks in Town etkinliğine ülke üniformaları ile katılmak serbest. Ancak Alman üniforması hariç. Giyip gelmeyin, ortamı germeyin diyorlar.

Bu hikaye yani Tucker beni baydı, ama böyle bir atraksiyonu görmek de keyifli oldu. Her zaman dediğim gibi eğer yolunuz buralara düşecek olursa ve bu olaya denk geliyorsanız bence kaçırmayın. Giriş 6€, tank 30€, ZPT 10€, kamyon 5€. Gayet ucuz yani.

Birde bit pazarı kısmı vardı. Hemen kısaca ondan da bahsedeyim. Tabiki askeri malzemeler satılıyordu. Savaştan kalma Camel sigara paketleri, patchler, üniformalar, bıçaklar, tüfekler, kılıçlar ve Harley Davidson motorsiklet. Az kalsın Japon askerlerinin kullandığı katanalrdan birini ediniyordumki son anda vazgeçtim. Çünkü pazarda çok fazla imitasyon ürün olduğunu farkettik.

Bitti.



27 Ağustos 2011 Cumartesi

ANOTHER DAY IN REYHAN MARKET

Güzel insanlar artık Reyhan Market'i biliyorsunuz. Yer olarak bilmesenizde isim olarak en azından aklınızda yer etmiştir. Güzide şehir Charleroi'da (tabiki çarleroi diye okunmuyor, o hataya düşmeyelim. Şağleruğaa diye okuyoruz) bu marketimiz. Sanırım daha önce Ayşenur'un Belçika'ya geldiği günki yazıda bahsetmiştim.

Ayda bir ziyaret ettiğim bu marketi bu hafta ikinci kez ziyaret ettim. Hayır, oraya gitmeye çok bayıldığım için değil. Fransızca sınıfından arkadaşım Pam'a sözvermiş olduğum için gittim.

Bu sabah evden çıkmadan önce Facebook'ta Resul ile konuşurken Resul "Bir Amerikalı ne alırki Türk marketinden?" diye sordu. Aklıma gelen ilk şey nar ekşisi oldu, çünkü Pam seviyor nar ekşisini, sonra belki zeytin alabilir diye düşündüm. Neyse biz buluştuk, Pam bir arkadaşıyla gelmiş, o da çok hevesliymiş Türk marketine gitmeye. Hadi hayır olsun inşallah deyip düştük yollara.

Güzelce arabamızı parkedip, çevreci olduğumuz için yanımızda getirdiğimiz poşetlerimizi bagajdan alıp, başladık alışverişe. Düşündümki ben alırım Pam ve Cathryn'de bakar. Ama hiç öyle olmadı.

-Banu bu ne?
-Yufka
-Ne yapıyoruz bununla?
-Börek, gözleme. Biliyor musunuz nasıl yapılır?
-Hayır. Sen bize öğretirsin :)
-Hııı tabi, hadi alalım.

Daha girişte sohbetimiz şekli şemali değişti. Sonra yaprak sarma konservesi bulduk. Yani Allah'tan yaprak alalım sen bize sarmayı öğret demediler ama ona benzer birşey oldu. Bir süredir kuru patlıcan dolması istiyordu canım ve Reyhan Market'te de buldum. Ben aldıktan hemen sonra Cathryn sordu bu ne diye. Anlattım. Bundan pek güzel dolma yaparız biz dedim. Şu an aramızdaki tek fark benim o dolmalardan birçok kez yemiş olmam, yoksa ben de saha önce hiç pişirmedim DEMEDİM.

Hemen hemen bütün reyonları bu şekilde gezdikten sonra kasaya ulaştık. Ödememizi yaptıktan sonra fırın tarafına geçtik. Önce birer Ramazan pidesi kaptıktan sonra karışık baklava paketi ile Reyhan Market   gezimizin sonuna geldik.

Dönüş yolunda arabada ufak bir piknik havası vardı. Taze pide eşliğinde sarımsak soslu zeytinyağlı yeşil zeytin, arkasından baklava partisi. O zeytin kutusu ön ve arka koltuk arasında mekik dokudu. Bende Pam ve Cathryn'in yemekten aldıkları keyfi onları izleyerek aldım. Yüzlerindeki mutluluğu tarif edemem.
Bu piknik havası arabayla sınırlı kalmadı, S.H.A.P.E. ulaştığımızda, üssün ünlü Randevu Cafe'sinde de devam etti. Hatta etrafta gördükleri arkadaşlarını çağırıp onlara da yedirdiler.

Beslenme saatinin sonuna geldiğimizde börek için gün belirleyip "byeee!" deyip ayrıldık.

Byeeee!


14 Ağustos 2011 Pazar

KENDİME BİR HATIRLATMA

Bu arada unutmuş değilim, daha henüz tatili anlatmadım. Fransa'nın Britanya bölegesini anlatıcam sizlere.
Aklımda yani ;)

SPA: BİR PAZAR KEYFİ

Eveeeet, Belçika'nın yağmurlu ve sinir bozucu havasının bitmek bilmediği şu günlerde kasvet insanın üzerine oturuveriyor. Kasveti ve kendinizi yerinizden kaldırıp birşeyler yapmazsanız bir gün daha boşa geçmiş oluyor. Bizde bugün boşa geçmesin dedik ve Spa'ya gittik.

Spa, Belçika'nın güzide bir şehri aslında ve termal su turzimi ile ünlü. "Spa" kavramının çıkış yeri. Belçika'ya geldiğimizden beri bu şehri görmeyi planlıyorduk ama hep sonbahara bırakıyorduk. Hani yaz ayları sıcak olur diye düşündüğümüzdendi aslında. Eh yaz olamadığına göre bu memlekette beklemeninde bir anlamı yoktu. Hava kapalı, sırtım tutuk, bundan daha iyi fırsat olmaz diyerek yollara düştük.

Spa, Belçika'nın güneyinde, Liege şehrine yakın. Bizim Jurbise köyünden 170 km uzaklıkta. Her zaman olduğu gibi yola çıkmadan önce internetten biraz araştırma yaptık. Hangi termal tesise gitmek gerekir, neresi iyidir gitmeden bilmekte yarar var. www.visitbelgium.com sayfasının bize önerdiği tesis "les Thermes de Spa" oldu.

Navi bizi kapının önüne kadar getirdi. Geldiğimiz yolda farkettikki bir sürü termal otel var. Hmmm... Belçika insanı haftasonları buralara kaçıyormuş demek ki...

Tesisin kapısından girdiğimizde bizi giriş ücretini ödemek için bekleyenlerin oluşturduğu harika bir sıra bekliyordu - ki saat 16.25 falandı-. Tesisin internet sayfasından bir miktar fikir edinmiştik gitmeden önce.   Çeşitli seçenekler var, bütün bir günü orada geçirebilirsiniz veya 3 saatlik giriş yapabilirsiniz. Ya da çeşitli masaj paketlerinden alabilirsiniz. Bebeğiniz var ve suya alışsın istiyorsunuz, hemen bu güzel tesise gidiyorsunuz. Falan falan... Detaylarını sayfasından bakıp öğrenebilirsiniz.

Biz 3 saatlik giriş tercihimizi kullandık. Bütün bir gün sıkıcı olurmuş gibi geldi. Tesisin fiyatları çok uygun. 3 saat için yalnızca 18€ ödüyorsunuz ve bunun karşılığında kocaman bir termal havuzdan, saunadan, hamamdan, the wood's lamp room ve the infrared light room'dan yararlanabiliyorsunuz.

18€ ödeyip jeton alıyorsunuz. Jetonunuzu atıp, geri aldığınızda süreniz başlıyor. Evet yanlış anlamadınız jetonu geri alıyoruz, lazım çünki :) Soyunma odasına gidiyorsunuz, bay-bayan karışık. "Aaaaa olur mu canım, yok artık" demeyin bunu sizden başka takan yok, emin olabilirsiniz. Kimse anadan üryan çıkmıyor kabinden dışarıya. Kabinde üstünüzü değiştirip kilitli dolaba eşyalarınızı bırakıyorsunuz. Kilitler çok enteresan. Boş dolaplarda kilit olması gereken yerde yatay duruşda bileklik bulunuyor ve geri aldığımız jetonumuzu o bilekliğin ortasına takıp çevirdiğimizde dolap açılıyor ya da kapanıyor. Sonra o bilekliği yerinden çıkarıp kolumuza takıyoruz. Adı üstünde bileklik. Üstünüzü değiştiniz, eşyalarınızı dolaba koydunuz artık çıplak ayak dolaşmaya başlıyorsunuz, terlik yasak. Duşunuzu alıp termal havuzun bulunduğu yere çıkıyorsunuz.

İki havuz var biri içeride biri dışarıda.



Suyun sıcaklığı 32°C. İçeriside, dışarısıda son derece keyifli. Tutulmuş sırtımın acısından yol boyunca 3 saat boyunca suda oturmayı planmıştım. Ama öyle olmadı tabiki. Termal havuzdan sonra saunaya gidip kendimizi haşladık. Normal zamanda bunun bir eziyet olduğunu düşünürüm aslında, ama tutulmuş sırtım söz konusu olunca keyif bile aldım. Kendimizi burada bir miktar haşladıktan sonra, bir soğuk su molası verip, hemen oradan hamama geçelim dedik. Hamamda gözgözü görmüyor, oksijen yok okaliptüs soluyorsunuz.
Bu fotoğraftaki gibi kolunu bacağını ayırmış oturan, hatta birbirinin yüzünü görebilen insan yok. Burada da okaliptüs ve buhardan bayıldıktan sonra koşarak soğuk suya gidiyorsunuz. Eh bu kadar sıcak - soğuk hırpalanmasından sonra bi gevşemek lazım. Vücut ısınızı dengelemek için infrared lambalarn olduğu "the infrared light room"a gidiyorsunuz. Şanslıysanız hemen yer buluyorsunuz, yoksa biraz bekliyorsunuz.



Güzel güzel gevşeyip, saçmalamasına yardımcı olduğunuz vücut ısınızı normale çeviriyorsunuz burada. Buradanda "the wood's lamp room"a gidip, mavi ışıklar altında negatif ionlarımızdan kurtuluyoruz. Söylendiğine göre bu odada 20 - 30 dakika kalmak, yüksek dağlarda bir güne denkmiş. 

Son bir kez daha termal havuza gittikten sonra çıktık. Çıkarken turnikeden geçebilmek için yine o meşhur jetonu kullandık. 3 saati geçirince ne oluyor? Kimse size kızmıyor neden vaktinde çıkmadın diye. Süreyi geçirdiğiniz her yarım saat için 4€ ödüyorsunuz. 

Hem tesis hem içerdeki sistem çok güzel. Ziyaret etmenizi öneririm. Ve tabiki yine tesisin internet sayfasına bakmayı ihmal etmeyin. www.thermesdespa.com
Bu arada bu tesisin şöyle bir güzelliği var, 6'da kapanmıyor. Hatta iş çıkışında davet ediyor insanları.
Belçika için özel bir durum bu :)

BLIJDORP ZOO

Arkadaşlar,

Size şu ana kadar gittiğim en güzel, en etkileyici hayvanat bahçesini anlatmak istiyorum. Şahsım olarak hayvanların kafeslere kapatılıp sergilenmesinden hoşlanmıyorum ancak bir tarantulanın neye benzediğini, tırnak büyüklüğündeki zehirli kurbaların ne renk olduğunu da bilmek istiyorum. 

Blijdorp, kelime anlamı olarak "mutlu köy" demekmiş. Hayvanat bahçesine böyle bir isim vermek çok anlamlı tabi. Benim tabiki ilk olarak aklıma taktığım şey buradaki hayvanlar mutlu muydu? Tabiki bunun cevabını bilmek zor, kısıtlı alandalar ama aç değiller, avlanma riskleri yok. 

Bugüne kadar buna benzer birkaç tane hayvanat bahçesi gezdim. (Türkiye'dekileri saymıyorum, o hayvanat bahçesi dedikleri yerler hayvanlar için hapishane bence). Antwerp'deki eh işte dediğim bir yerdi. Denver'daki idare ederdi. Baltimore'daki çok güzeldi. Rotterdam - Blijdorp ise muhteşemdi.

Bahse konu hayvanat bahçesi Hollanda'nın Rotterdam şehrinde bulunmakta. Oldukça büyük bir alanda yer alıyor. Önünde kocaman bir otoparkı var. Otopark ücreti sabit, 7€. Saatlik ücret almıyorlar, çünkü içeride kaç saat geçireceğiniz belli değil :) Sonra gişelere doğru ilerleyip güzel Hollandalı kızların çalıştığı gişelerden bir tanesine yanaşıyorsunuz. Kişi başı 19.50€ ödeyip biletlerinizi alıyorsunuz. Öyle "oooo pek pahalı" demeyin çünkü değil. Avrupa yöresinde fiyatlar böyle. Buralara gelmeyi planlayan arkadaşlar için önerim, 1€ = 1 TL gibi düşünmeniz (biliyorum böyle olmadığını). Yoksa ne bir yere gidebilir ne de birşeyler alabilirsiniz.

Konumuza geri dönelim. Girişten geçtikten sonra hemen farketmesenizde kocamaaaaan bir dünyaya adım atmış oluyorsunuz. Girişte hemen solunuzda "oceanium" ile başlıyorsunuz gezmeye. 


Bütün bir gün burada oturabilirim, o kadar keyifli bir yer. Burada epey kaldıktan sonra kutup ayılarının olduğu yere doğru ilerlemeye başladık. Kutup ayılarını zaten çok sevimli bulan ben, bir de bebek kutup ayısı göreceğim için çok heyecanlandım. Aralık 2010'da dünyaya gelmiş yavru Vicks. 


Yavruyu görmek mümkün olamadı. Gördüğümüzde anne miydi yoksa baba mıydı anlayamadık ama olsun kutup ayısı gördük o da güzeldi.

Blijdorp Hayvanat Bahçesinin en büyük özelliği, barındırdığı bütün hayvanların doğal yaşam ortamlarını olabilecek en iyi şekilde sağlamış olması. Ve bunu hem açık hava hem de kapalı ortam için başarmışlar. Tabiki bütün türler için söyleyemeyiz bunu. Sürüngenler ve böcek - örümcek hayvanları sürekli kapalı ortamdalar. (Böylesi hepimiz için daha hayırlı olur zaten)

Zarar vermeyeceği bilinen hayvanların doğal ortamlarına girebiliyorsunuz. Mesela kangurunun adı "kafes" olan ama aslında çitle çevrili yaşam ortamına kapısını açıp girip, gezip sonra diğer kapıdan çıkıyorsunuz.

Ayrıca bu hayvanat bahçesinin diğer bir özelliği de Afrika, Asya, Arctic, Güney Amerika, Avusturalya bölümlerine ayrılmış olması.
Bu hayvanat bahçesini gezdiğim süre içerisinde yalnızca üç hayvan için üzülüdüm. Tapir, gergedan ve bir kedi türü. Üzülme sebebim ise tek başlarına kalmış olmaları. Herhalde hayvanat bahçesi yetkililerinin bir bildiği vardır, onları öyle tek başlarına bıraktıklarına göre.

Bir sürü kuşa yaklaşabiliyorsunuz. Mesela bulduğu kemiği didikeyen bir akbabaya 1,5 metre yaklaşabiliyorsunuz. Siz ona öyle ağzınız açık bakarken, yukardan başka bir akbabada size bakıyor :) O bile sevimli kendi ölçülerinde.

Gördüğüm her hayvanı tek tek anlatmaya kalksam bu yazı bitmez. Siz en iyisi bilet alıp hayvanat bahçesine gidin. Hatta biletinizi internetten de alabiliyorsunuz. www.rotterdamzoo.nl adresine bir bakın, çok güzel videolar var.

İyi eğlenceler!


2 Ağustos 2011 Salı

TATİLDE TATİLE BAŞLARKEN

Merhaba arkadaşlar.

Yine uzun zamandır yazmadığım için neredeyse bir bloğum olduğunu unutmak üzereyim. Bir haftalık Fransa ziyaretimde sizlere anlatmayı planladığım yerler Britany bölgesinde.

Öncelikle buraya nasıl gelmeye karar verdiğimizden bahsedeyim biraz. Belçika'da bulunduğumuz süre içinde nasıl gezeriz planı yapmıştık Seçkin'le ilk geldiğimiz zaman. 8 saat mesafedeki her yere araba ile gitmeye karar verdik. Daha uzak yerler içinse ucuz uçak bilet alınabilecek bir sürü firma var.

İşte Britany bölgeside bizim bu 8 saat mesafedeki yer kriterine çok uygun olduğu için ve ayrıca deniz kenarı olması sebebi ile haritadan yer bakarken gözümüze çok hoş göründü. Böylelikle düştük yollara.

Yalnız yola çıktığımız gün Fransız kardeşlerimizinde bir haftalık tatil süreçlerinin başladığı günmüş. Bu nedenle yollar kabus gibiydi. Otoban gişelerinin önündeki kuyruklar çıldırtıcı şekilde yavaş ilerliyordu. Buradan ilk dersimizi aldık. Bir daha bir ülkeyi ziyarete giderken ne zaman ne tatili var önceden kontrol etmek gerekiyormuş. Yaklaşık 9.30 saatlik bir yolculuk sonunda vardık Britany topraklarına.

Bu bölgenin bayrağı Amerikan bayrağına çok benziyor, hatta neredeyse aynısının siyah – beyaz olanı.



Bölge halkı şu ana kadar gördüğümüz kadarıyla diğer soğuk nevale Fransız halkından daha güler yüzlü ve yardımsever. Hatta şöyle Bir şey duyduk, bu yörenin insanları kendilerini Fransız değil, Kelt (Celtic) olarak görüyorlarmış. Enteresan değil mi?

Brittany bölgesi Fransa'nın en batı ucundaki yarım adaya verilen ad. Bu bölgenin tarih boyunca İngiltre ile ilişkileri oldukça kuvvetli olmuş.


Her Ağustosun ilk cuması başlayıp bir hafta süren bir Celtic festivali var ve Fransa içindeki en büyük Kelt organizasyonuymuş. Bu festivalle ilgili daha detaylı bilgileri festivale gittiğimde yazarım. Ve tabiki gezdiğim şehirleride tek tek anlatacağım. Ama gezdiğim gün yazamayabilirim, tıpkı tatile başladığımz gün yazamadığım gibi :)