11 Kasım 2011 Cuma

BAHADIR'LA AMSTERDAM TURU

Amsterdam'a ilk kez 2006 yılında gitmiştim ama o zamanki gidişimde pek birşey görmemişim. Görmemişim diyorum çünkü Bahadır'la sokakları yürüyerek geçerken farkettim.

Bahadır Amsterdam'a toplantıya geleceğini söylediği zaman gerçekten çok sevindim. Uzun aradan sonra, yaban ellerde :) dost yüzü görmek çok kıymetli birşey. Hemen Seçkin'le "haftasonu Amsterdam'a gidelim" programı yaptık. Düştük yollara, Navi bize varacağımız zamanı söylesede tabiki hiç inandırıcı gelmedi. Hiçbir zaman kendisinin vaad ettiği zamanda varamadık gideceğimiz yere. Ya trafik oldu, ya da yol yapımı. Bahadır'ın şansınada yol yapımı çıktı. Hemde insanı kahreden türünden. Neyseki öğlen buluşuruz diye konuşmuştuk.

Nihayetinde Bahadır'ın kaldığı otele ulaştık. Kısa bir mola, arabayı parketme ve şahsımın oteli işaretlemesinden sonra bineceğimiz ilk toplu taşıt durağına doğru yürümeye ve muhabbete başladık. Şanslıydık ki hava güzeldi. Metrobüs diyebileceğim cihazla Van Gogh müzesine geldik. Amsterdam'a gidilirde Van Gogh ziyaret edilmez mi? Bu arada Amsterdam'a gitmeyi planlayanlar ya da gidecekler için şunu belirtmek isterimki merkeze arabayla gitmek düşünceniz var ise bundan vazgeçin. Kabustan başka birşey olmaz çünkü. Keyifle gezilen Van Gogh müzesinden sonra hemen yakındaki "I amsterdam" yazısında bizimde bir fotoğrafımız olsun diyerek kendimize yer açıp, fotoğraf çektirmeyi başardık.




Hemen yakındaki adını hatırlamadığım ama Bahadır'ın "burası kraliyet müzesi" dediği gösterişli binaya dışardan şöyle bir bakarak yola devam ettik. Tabiki yol üzerinde Starbucks'a rastladık ve tabiki hiç düşünmeden Amsterdam kupasını kaptım. Irish Pub'da bir bira molası verip serinledikten sonra yola devam ettik. Kalabalık caddelerden geçerek çiçek pazarına (Bloemanmarkt) geldik. Daha önceki gelişimizde çiçek pazarını gezmiş ve hatta siyah lale soğanı almıştım. Ancak aldığım soğan siyah lale için değil yemeklik soğan çıkmıştı. Soğana olan küskünlüğüm nedeniyle bu sefer yalnızca pazarın girişindeki magnet satan dükkanlara bakmayı tercih ettim.


Küçük alışverişimizden sonra kalabalık ara sokaklardan geçerek meydana ulaştık. Açık konuşmak gerekirse çok daha güzel meydanlar gördüm. Mons meydanının bile daha güzel olduğunu söyleyebilirim. Tabi bu benim şahsi fikrim. Güzel olan şehrin kanallar arasında kalmış olması. Ve kanal kenarındaki o eski evlerin güzelliği....

Bir sürü sokağa girip çıktık. Zaman zaman marijuana - esrar kokulu sokaklarda, zaman zaman tarih kokan sokaklarda dolaşmak sanırım üçümüzüde acıktırmış olmalıki bu sefer yemek yemek için düzgün bir yer aramaya başladık. En sonunda bir yer bulup açlıktan düşen kan şekerimi (-zi) toparladık. Yemekten sonra görmek istediğim tek bir yer kalmıştı, Red Light :) Öyle yadırgar şekilde bakmayın. Yanımdaki kibar beylere teklif ettim sağolsun beni kırmadılar.

Amsterdam'ın en büyük turizm geliri Red Light'tan. Şehrin dışında, bir kenara atılmış bir yer değil. Tam tersine oldukça merkezde. Üstelikte çoluk-çocuk ailelerin yemek için gittikleri restoranların bazıları bu bölgede.


Buranın sokaklarında da tur atıp, fikir sahibi olduktan sonra dönme vakti gemişti. Zira Bahadır'ın sabah yapacağı bir sunum ve bizim de üç saatlik yolumuz vardı. Bineceğimiz metrobüs durağını bulup, 2 numaralı metrobüsle yola koyulduk. Bir noktada başka bir tanesine geçtik otele kadar yürümemek için. Ama onun numarasını hatırlamıyorum.

Otele vardık, birkaç ay sonra buluşmak dileğiyle deyip Bahadır'dan ayrıldık. Ne kadar güzel bir gün olduğunu daha iyi ifade edebilmeyi dilerdim. Ancak bu kadar oldu...

C'ya

5 Kasım 2011 Cumartesi

ÖZLERİZ

Bir süredir yazmadığım için biriken konuları hangi sıra ile yazacağımı şaşırdım. Ama bir yerden başlamak gerektiğini düşünüyorum. Bu sebepten birikmiş konuları bir kenara koyup önceliği çocukluktan gelen bir dosta vermeyi uygun gördüm.

Hepimiz bilirizki dost dediğimiz şey zor bulunur, kaybedilen dostluklar da epey koyar. Heleki çocukluktan gelen dostluklar daha bir başka olur. Beraber büyürsünüz, bir sürü şey paylaşırsınız, dershane, sınav derken başka şehirlerde üniversite kazanmalar ve sonra gün gelir yollar ayrılır. Görüşmeye çabalarsınız, kasarsınız ama zamanla bir yerde tıkanır. Sonra eşe - dosta, çocuklara anlatılır yeri geldikçe anılar. Ne güzeldi o günler dersiniz.

İşte böyle bir dost yeniden giriverdi hayatıma. Seneleri saymayı, hesap yapmayı planlamıyorum. Ortaokuldan bu yana epey zaman geçmiş olmalı :)

Özlemişim, Özlem'mişim, Özlemişiz, Özleriz....
Özlem......

22 Eylül 2011 Perşembe

TERRY FOX KOŞUSU

Koşu geçtiğimiz cumartesi S.H.A.P.E. üssünün içinde yapıldı. Öğlene doğru saat 11'de başladı koşu. Koşmak için 5 ve 10 km'lik iki ayrı mesafe vardı. Benim bünye ancak 5 km kaldırıyor, umarım buradan dönüşte 10 koşuyor olabilicem.

Her neyse, gidip kayıt olduk koşmak için. Hava buz gibi. 11 oldu başladık koşmaya. Güzel güzel koştuk arkadaşlarla. Delphine haber vermişti koşuyu, dizi sakat olmasına karşın yine de geldi. Pat de vardı. Koşunun sonunda birer kayış gibi hamburgeri mideye indirdikten sonra akşam planını yaptık, sertifikaları aldık ve eve döndük. Saat 11'deki koşu için anlatabileceğim herşey bu kadar.




Peki kim bu Terry Fox? Babamın oğlu mu da koştum tanımadığım adam için? Hayır en ufak bir akrabalığımız yok tabiki.

Ancakm böyle bir koşu yapılacağını duyduktan sonra biraz araştırmak yetti internette. Genç yaşta kemik kanserine yakalanan sportmen, yardımsever Kanadalı bir kardeşimizmiş kendisi. Kanser olduğunu öğrendikten bir süre sonra bacağının tekini kesiyorlar. Ve o bacağın yerine takılan tahta bacakla "umut maratonu"nu başlatıyor. 1981 yılında 23 yaşındayken aramızdan ayrılmış.



Daha çok bilgi edinmek isterseniz wikipedia yardımcı olabilir size. Veya www.terryfox.org sayfasına bakabilirsiniz.

Artık kendi kendime "koşamıyorum ama ben" demiyorum. İsterseniz koşabilirsiniz. Her işte olduğu gibi yine istemek önemli.

Hayatınızdan sağlık eksik olmasın!!

14 Eylül 2011 Çarşamba

MENEMENİ YAPIVEDİM SUYUNADA EKMEK BANIVEDİM

Şimdiiiii bu bir sabahkahvaltısı hikayesi olacak. Ve pek tabiki yine fıkra gibi olacak, neden kahvaltıya gelecek müsafirlerden biri Fransız, biri Yunan, üçü Amerikalı.

Hatırlarsanız Marty'nin bahçesinden kabak toplamıştım. Hah işte o kabakları bu kahvaltı için toplamıştım. Kahvaltıda kabak ne alaka diye ekrana bakıyosunuz biliyorum, Marty'de yüzüme öyle bakmıştı :) Adamcağız herhalde sabah sabah kabak yememiştir ömrü hayatında. Kabağın zaten sevimsiz bir sebze olduğunu düşünecek olursak kendisi mücver ve börek dışında pek hatırlanmayabilir.

Tahmin ettiğiniz üzere bende kabakları ve karton yufkaları sihirli değneğimle böreğe dönüştürüverdim. Eh bir gün öncede Candan Market'e boşu boşuna gitmemiştik. Türk kahvaltısı pastırmasız, sucuksuz olur mu hiç? Olmaz. Hatta işi reçel yapmaya kadar götürdüm. Bulduğum güzel çilekleri de reçele çeviriverdim aynı değnekle. Hasretini çektiğim o kıl biberlerden de buldum Candan Market'te.

Bayram sabahı kahvaltısını andıran bir kahvaltı oldu aslında bizim için. Bu sene yapamamıştık, güzel oldu. Müsafirlerimiz geldiğinde fırından henüz çıkmış börek, ocaktan yeni inmiş menemen ve sucukla birlikte masa tamam olmuştu. Hepsi hayret dolu gözlerle masaya bakıyorlardı. Çünkü alışık oldukları kahvaltıdan çoook uzak bir kahvaltı bekliyordu onları :)

Marty böreğin içindekinin o sevimsiz kabaklar olduğunu öğrenince yüzüme hayretler içinde baktı. ( Bir gün öncede hayretle bakmıştı ama bu seferki farklıydı) Sonra diğerleri de öyle baktı, bir tek Yunan kardeş yadırgamadı durumu. Eh tabi Osmanlı mutfağının güzel örnekleri bunlar, onlarda bilirler :) Börek ve menemen top10'da ilk sıraya yerleştiler. Arkasından pastırma ve kahvaltılık ezme geldi. (hani biber ve doşates salçası karışımına çeşitli baharatlarla birlikte ceviz, fındık kırığı konulan ezme)

Gelen ilk soru "siz hep böyle mi kahvaltı ediyorsunuz?" oldu. Ondan sonra klasik o ne, bu ne soruları başladı. Kahvaltı bittiğinde herkesin gözleri yarı baygın bakmaya başlamıştı. Hemen Türk kahvesiyle taçlandırdım midelerini. Herkes mutlu mesut ayrıldı.

Ben çok sevdim bu Türk mutfağını tanıtma işini. Sanırım insanların yüzündeki o yemekten sonraki mutluluk ifadesini görmek hoşuma gidiyor. Acaba Aikido işini bırakıp yemek işine mi girsem, hı?

BRÜKSEL BİRA FESTİVALİ

Sevgili bira severler, yeni bir bira festivalini anlatmaktan dolayı mutluyum. Aslında festival yeni değil, bilmem kaçıncınsıdır kim bilir ama epeydir bir bira festivalinden. Dolayısıyla yeni dememde sanırım bir sakınca yoktur.

Tabi bira festivaline ulaşana kadar ki süreç var birde.

Marty'nin bahçesindeki kabakları toplayıp (bu ayrı bir hikaye, bir sonraki konu bu olacak sanırım) kahvesini içtikten sonra düştük yollara. Bu arada yine bir Türk marketine gitmek gerekiyor ama Reyhan'a gidersek yol uzamış olacak. Ulaş zaten sevmediğimiz bir tanesi, eh dedik o zaman ufkumuzu genişletelim ve Brüksel'deki Candan Marketi keşfedelim. Ne o öyle iki marketle sınırlı tutmamak lazım olayı. Candan Market'in adresini girdik Navi'ye.

Brüksel'e girdikten sonra Navi'nin "you have reached your destination" diye bağırmasına yaklaşık 2 kilometre kala Çin işi Japon işi var mı bunun gibisi dedirten bir yere geldik. Hayır hayır sandığınız gibi Çin mahallesi falan değildi. Hemen bir kenara parkedip ne ki buralar turuna çıktık. Çin ve Japon Sanat Müzeleriymiş. Tabiki saat 4 sularında kapandıkları için gezmek mümkün olmadı. Bir dahaki sefere deyip Japonları geride bırakacak kadar çok fotoğraf çekip koşarak oradan ayrıldık.

Binanın önündeki o küçük, turuncu şey ben oluyorum :)

Shaarbeek, Türk Cehennemi. Yolculuk başladı. Shaarbeek sınırlarından girdiğimiz anda Türkiye'de miyim yoksa Belçika'da mı diye beynim bir bulandı. Aslında Türk Cehennemi diyorum ama başka azınlıklar da var. Mesela Faslılar. Ama yinede mahallede ezici üstünlük bizde. Çok uzun süredir trafik ışıklarında beklerken korna sesi duymamıştım, kulaklarımın pası silindi. Zaten Aralık ayında vatan topraklarına dönmeden önce Shaarbeek'e gidip bir hafta kadar "vatana uyum kursu" göstericem kendime.

Candan Market'in otoparkında Seçkin park için kazınırken ben alacak listemi kapıp içeriye koştum. Bizim Reyhan'dan büyük, ürün çeşidi daha fazla. Hızla alışverişi tamamlayıp meydana yakın olduğunu tahmin ettiğimiz bir yere parkedip, bize ağırlık yapan bir miktar bozuk parayı makineye atıp, aldığımız kağıdı arabanın alnına yapıştırıp koşaradım Grand Place'a bira festivaline gittik.

Tabiki meydan hıncahınç dolu. Birde festival alanını çitle çevirmişler. Giriyorsunuz ama çıkabilecğiniz şüpheli. Çıksanızda sanki birşeyleriniz eksik çıkacakmışsınız gibi. Bu aklınız olabilir, çantanız olabilir, herhangi birşey olabilir yani. Bira çeşitleri yine akılları durduran türden. Artık büyük çoğunluğunu biliyoruz ama bizim için yeni olanlarda var. Ve fakat biralara ulaşmak mümkün değil standların önleri insan yığılı, sanırsınızki bedava dağıtıyorlar. Tabi bu arada biraları para verip almıyorsunuz, önce dışardan jeton almanız gerekiyor. Bu arada festival alanından çıkarken çanta kontrolü yapılıyor bardaklar yürümesin diye.



Baktıkki bu kalabalık beni ruh hastası edecek ivedilikle çıktık. Festival alanından çıkıyorsunuz ama meydan zaten bira içebileceğiniz bir sürü güzel mekanla dolu. Onlardan bir tanesine oturup, gelip geçene bakarak soğuk biramızı içtik.

Belçika'da şu ana kadar katıldığım en güzel bira festivali Zythos'du. Sanırım öyle kalmayada devam edecek. Daha önümüzde 2,5 ay kadar bir süre var (Eylül'ü saymıyorum), belki fikrimi değiştirecek başka bir bira festivali olur.

Cheers!

7 Eylül 2011 Çarşamba

CHATEAU DE ROUVEROY'DA BÖREK ÇALIŞMALARI

Şato ve börek ne alaka diyeceksiniz, farkındayım. Kel alaka. Ama hatırlarsnız Fransızca sınıfından arkadaşım Pam şatoda yaşıyor diye bir kaç defa konusu geçmişti. İşte o Pam'le Reyhan Market'ten aldıklarımızın bir kısmını değerlendirelim dedik. Kendisinin Türk mutfağına biraz ilgisi var, olmasa Reyhan'da ne işi var değil mi? Börek yapmayı öğrenmek istiyormuş, tamam o zaman dedim.

Pam'le hem bana hem ona uygun olan günü kararlaştırdık. Sanırım geçtiğimiz perşembe idi. Konuştuğumuz saatte verdiği adrese gittim. Bildiğiniz şato. O dönemdeki güvenlik önlemleri gereği etrafı su dolu (kanal görünümünde) hendekle çevrili hallice bir şato. Dış kapı açıldı, arabayı Pam'in söylediği yere parkettim. Bizimki koşarak merdivenlerden indi, arkasındanda bütün gün şatonun bahçesinde koşup coşan köpek kardeşler geldi. Kendilerini bir miktar mıncıkladıktan sonra yukarıya Pam ve ailesinin yaşadığı daireye çıktık. Şatonun sahibi şatosunu apartman gibi kullanmaya karar vermiş. İçeriye bir yük bir de insan :) asansörü yaptırmış. Bahçe fotoğrafta görüldüğü gibi bakımlı değildi, aslında bütün bina bakım - onarımdaymış. Her katta her köşede tarihin bir parçası duruyordu. Mesela Pam'lerin dairesinde 18. yüzyılda kocaman bir tabak dolabı vardı ve ev sahipleri çok dikkatli kullanmaları konusunda uyarmış kendilerini. Ben böyle bir sorumluluk almak ister miydim bilmiyorum açıkcası.

Şato demek istiyorum ama dilim varmıyor. Çocukluğumuzdan beri beynimize kazınmış bir şato şekli vardır, hani filmlerde - dizilerde izlediğimiz, yüksek kuleleri olan, zindanları olan. Zaten ilk hayal kırıklığımı Beloile Şatosu'nda yaşamıştım.Çiftlik evinden daha büyükçe olan bu binalara şato denmesi beni biraz şaşırtmıştı ilk zamanlar. Bu arada kısa bir bilgi vermek istiyorum Rouveroy Şatosu ile ilgili. 1782'de yapılmış ama tarihi taaa haçlı seferlerine kadar gidiyor. Özellikle 1691'de Mons kuşatma altındayken bina bir çok olaya şahitlik etmiş. Yani çok merak ediyorsanız internetten arayıp bulabilirsiniz.

Börek imalatına başlamadan önce etrafı biraz gezelim, hayvanları tanıyalım dedik. Önce Pam'ın Fransızca sınıfındayken anlattığı, o dönemin kuzuları şimdinin koyunlarını ziyaret ettik. Oğlanlarla kızları ayrıdık dedi Pam. Neden? diye sormadım, malum ateş - barut olayı :)) Kızların ziyaretini tamamlayıp oğlanların tarafına geçelim dedik. Yolumuz üzerinde 700 yaşındaki ağaç beni benden aldı. Ağaç uzmanları gelip bakmışlar.

Oğlanları da ziyaret ettik. Baba olan - adı Male, bu arada bütün hayvanların bir ismi var - son derece insancıl. Kendisinden başka bir iş ya da canlı ile ilgilenirseniz burnuyla dürtüyor. Hatta ittirerek bulunduğunuz yerden sizi uzaklaştırıyor. Pam bu arkadaşı bir gün köpeği ile birlikte yürüyüşe çıkarmış. Niye şaşırdınızki evcil koyun olamaz mı yani? Neyse oğlanlardan sonra eşekleri ziyaret edip eve geri döndük.

Tabiki böreğin detaylarına girip hem kendi içimi hem de sizinkini baymayı planlamıyorum. Ama bu böreği yaparken Pam'le birlikte bende onun kadar heyecanlı idim. Kartondan az yumuşak yufkamsı şeylerle börek yapmaya çalışmak ayrı bir beceri gerektiriyormuş. Ama herşey yolunda gitti ve o "şeylerden" börek oldu. Şimdi Pam'in yapmayı öğrendiği böreği iyice sindirmesini bekliyoruz sıradaki yemek için.

Bakalım bir sonraki yemeğimiz Şato mutfağından ne olarak çıkacak.

Bon appettit!

29 Ağustos 2011 Pazartesi

TANKS IN TOWN: İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN ESİNTİLER

Belçika'ya geldiğimden beri sanırım ilk kez bir etkinliğe söylenerek gittim. Girişe geldiğimizde biletlerimizi alıp etkinlik alanına girdiğimizde karşılaştığım manzara önce beni dehşete düşürdü sonrada dilime vurdu. Her taraf çamur balçık içindeydi. Yani, öyle yerler ıslanmışta biraz çamur olurvermiş canım ne var diyeceğiniz türden değil yani. Ayakkabınızı düzgün bağlamadıysanız koşarken ayakkabıyı bırakabileceğiniz türden.

İşte ben bu manzarayı görünce bir an ne işim varki burada dedim.
Ama arkasından şunu farkettimki biraz önce geçtiğim kapı beni aslında II. Dünya Savaşı'na getirmişti. Çamurla barış imzaladıktan sonra içinde bulunduğum olayla ilgilenmeye başladım.

Belçika insanının bulunduğu ortama inanılmaz şekilde uyum sağlama yeteneği var. Daha önce gittiğim Troll ve Orta Dünya konulu festivalde, insanlar geçekten Orta Dünya varmış ve aslında bu festival için bizi ziyaret gelmiş gibiydiler. Yani olayı hücrelerine kadar yaşıyorlardı. Tanks in Town'da da aynı ruhu gördüm. Olayın bir parçasını oluşturan insanlar gerçekten II. Dünya Savaşını o an yaşıyorlardı. Ve ben kendimi bir an savaşın içinde sandım. Etrafımda bir sürü asker  dolaşıyor ( evet  haklısınız bu bana yabancı bir durum değil :) ), kimisinin yüzü gözü çamur içinde, kimisi temizlenmiş cepheye gidiyor, o dönemin hemşireleri geçiyor başka bir taraftan. Tam ben bu manzaranın içinde bir yer edinmeye çalışırken - ki üzerimdeki kot ve yağmurlukla uzaylı gibi hissetim bir an kendimi- bir gürültü koptu, arkasından bir tane daha. Kendi kendime hayır olsun inşallah diye söylenirken meğer tanklar çalışmış. Tamam askerle evliyim ama tank - tüfek sesinide bileceğim anlamına gelmiyor bu :)

Bu etkinliğin en büyük özelliklerinden biri tanklarla, zırhlı personel taşıyıcıyla (ZPT)veya GMC (belki hatırlarsınız halkım kendisine cemse der) kamyonla gezebiliyor olmanız. Tabiki bunun içinde bilet almanız gerekiyor. Benim biletimi Seçkin internetten almıştı. Tercihimi ZPT'den yana kullandım ben, ama bir daha gidecek olursam Tanks in Town'a Leopard tanka binmeyi planlıyorum.

Tanklar ve ZPT için çok güzel bir parkur hazırlamışlar. Seçkin'in yönlendirmesi ile araçtaki en güzel yere geçtim. Araç komutanının durduğu yer :) Önü açık, manzaralı, sağ yanımda makineli tüfek, kafamda takılması zorunlu kask. Herkesin taktığı o kasklar kafalarımızda Allah'a emanet duruyordu. Bizim M75 APC çalıştı, çalışmaya çalışma sürecinde manzarası güzel ama dumanı bol yerime iyice yerleştirdim kendimi. Hoplaya zıplaya gideceğimizi tahmin ettiğim için, aracın içinden hoplayıp gitmemek adına bulunduğum bölgeye yapıştım.

Çıktık yola. Tabiki fotoğraftaki gibi düz bir alanda gitmiyorduk. Biz tadına varabilelim diye çok hoş (!) çukurlar ve tepeler hazırlanmış. İlk tepeyi gördüğümde içimden bu cihaz burayı çıkacak tamamda bunun birde inişi var, devrilmezsek iyi dedim. Tepeye çıktık, bi göğü gördüm sonra hızla yeri gördüm. Evet artık roller coaster'a binebilirim. Bunun daha gelişmiş ve tren hali sanırım. Bu çukura girersek herhalde kalırız burada dediğim nice çukuru hissetmeden geçtik.

Tur bitti, birde Leopard'a bineyim dedim ama sırayı görünce vazgeçtim. Bizde etrafı gezdik. Mons insanı neden bunu yapıyor sorusu geldi mi aklınıza? Benim geldi.

Asıl neden aslında Amerika'ya teşekkür.

1944 yılı 2 Eylül'ünde öğleden sonra 5.30'da Binbaşı Tucker, komutasındaki Stuart tank ile Mons'a ikmal için geliyor. Şehir yetkilileri tarafından kabul edilen Tucker, şehir ziyaretçi defterini "Amerikan 3. Zırhlı Tümeni, 83. Keşif Taburu Komutanı Binbaşı Tucker" diye imzalıyor. Birkaç saat sonrada taburuyla birlikte ayrılıyor. Fakat yetkililer Stuart tankın kayıt numarasını almayı ihmal etmiyorlar nedense!

1945 yılında, Amerikan 3. Zırhlı Tümenine mektup yollayıp tankı geri istiyorlar. Sonra 1946'da, bir akşam Almanya'dan gelen zırhlı bir taşıyıcının boş tankı getirip istasyon yakınında yol kenarına bırakmış olduğunu görüyorlar. Getiren şahıs ilgili birini bulamadığı için öylece bırakıp gitmiş diye düşünüyorlar. Sonrada ite kaka belediye başkanının şehir meydanındaki bahçesine götürüyorlar.

1984'e kadar tank öyle, korumasız duruyor. Hatta bir ara bozulan bir ambulans motoru yerine tanktaki motorun tekini söküp takıyorlar. 1984'te tank koruma altına alınıyor ve tekrar toparlamaya başlıyorlar. Hayır anlamadığım neden istediniz neden söktünüz? Neyse efenim, Amerikan ordusu ve elçilik yardımıyla tankı toparlamayı başarıyorlar. Toparladıktan sonra Binbaşı Tucker'ı tankı kullanması için davet ediyorlar. 1989'da Binbaşı Tucker çok ısrar ettiniz madem geleyim deyip Mons'a geliyor ve 45 sene önce geldiği yoldan tankı yine şehre sokuyor. Ve pek tabiki Amerikan basınında çok popüler bir haber oluyor bu durum. Sonra 50. yılda tekrar davet etmişler Tucker'ı ama bu sefer "ay yaşım geçti, başım tuttu" demiş gelmemiş Tucker. Azimli Belçika insanı yılmamış bu durumdan madem sen gelemiyorsun o zaman biz sana gelelim demişler ve başlamışlar Amerika başkanını mektupla taciz etmeye. Clinton "olur" demiş ve bizim "ah şu çılgın" Belçikalılar 2000 yılında Millenium Independence Day'de tankı Washington'da Clinton'ın önünden geçirmişler. "Memidiğin ölüsü" misali taşınan tank bu sene de baş köşede duruyordu.

Bütün bu çabalamalardan sonrada her sene Tanks in Town etkinliğini yapıyorlar. Kendilerini Almanlardan kurtardığına inandıkları Binbaşı Tucker'a teşekkür etmek için.

Tanks in Town etkinliğine ülke üniformaları ile katılmak serbest. Ancak Alman üniforması hariç. Giyip gelmeyin, ortamı germeyin diyorlar.

Bu hikaye yani Tucker beni baydı, ama böyle bir atraksiyonu görmek de keyifli oldu. Her zaman dediğim gibi eğer yolunuz buralara düşecek olursa ve bu olaya denk geliyorsanız bence kaçırmayın. Giriş 6€, tank 30€, ZPT 10€, kamyon 5€. Gayet ucuz yani.

Birde bit pazarı kısmı vardı. Hemen kısaca ondan da bahsedeyim. Tabiki askeri malzemeler satılıyordu. Savaştan kalma Camel sigara paketleri, patchler, üniformalar, bıçaklar, tüfekler, kılıçlar ve Harley Davidson motorsiklet. Az kalsın Japon askerlerinin kullandığı katanalrdan birini ediniyordumki son anda vazgeçtim. Çünkü pazarda çok fazla imitasyon ürün olduğunu farkettik.

Bitti.